Sevgili okurlar, biliyorsunuz yazılarımı önceden teslim ediyorum gazeteme ve yayınlanmadan bir gün önce de gelip tashihini yapıyorum. Bu neden okuyacağınız bu gezi yazısı (birkaç haftadır devam etmekte olan) hazırlanırken üzüntümüz şehit acıları idi ve bir an önce barış ve huzur dolu günlere ulaşabilmek dileğiyle devam ediyorduk satırlarımıza. Ancak bu kez, tarihimizin en büyük terör saldırısı yaktı yüreklerimizi. Adı Işid, Daeş, PKK, DHKPC, falan, filan MASUMLARI KATLETMENİN MAZERETİ de, SAVUNMASI da, GELECEĞİ de OLAMAZ! Sınırlarını yurttaşlarının kanı ile çizmiş, Kurtuluş Savaşı'nı destan ile yazmış olan bu millet, birlik ve beraberliğini korumaya devam edecektir. Bundan sonsuz eminim… HEPİMİZİN BAŞI SAĞOLSUN. Sizi, daha önce hazırlamış olduğum yazımla, başbaşa bırakıyorum…
* * *
BİLİNMEYEN YÖNLERİYLE BALTIK (7)
Önceki bölümleri okumayanlar için bir dip not düşeyim; Ağustos ayında yaptığım Baltık gezisi notlarımı aktarıyorum sizlere. Dünyanın Kuzey yarım küresinin üstlerinde bulunan Baltık Denizi ülkeleri, ülkemizde fazla bilinmez, turistik açıdan da pek tercih edilmez, kız kardeşimin ısrarla olmazsa benim de aklıma gelmezdi, gerçek bu, bu nedenle gördüğüm diğer yerlerden hem değişik, hem farklı, hem kendine özgü, güzel, tertemiz, yemyeşil, bambaşka bir alem. Turistik gezi olanağı yakalayanların aklına Roma, Paris, Londra, New York, Uzakdoğu gelir de Litvanya, Finlandiya, İsveç pek düşünülmez, herşey popülarite meselesi ancak Baltık ülkelerine gittiğimde limanlarda yan yana dizili Cruise gemilerini görünce “turistik sıkıntı çektiklerine dair” edindiğim izlenim yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Demek ki bu ülkeler, Türkiye pazarında pek popüler değiller, ya da bize çok uzaklar… Neyse, biz kendi turistik tanıtımımıza bakalım, diğerlerinin zaten pek ihtiyacı yok 5 Ağustos 2015 tarihinde Hamburg yakınındaki Kiel Limanında Costa firmasının Pacifica adlı beşbin kişi taşıyan Cruise gemisine binmiş, bir gün denizde yol aldıktan sonra Polonya'ya ulaşıp ünlü Gdansk şehrini gezmiştik. Sonraki durağımız Litvanya Klaipeda olmuştu. Daha sonra Letonya'nın başkenti Riga'da konaklayıp bu güzel şehri dolaşmıştık. Bir sonraki durak ise Estonya Talin şehriydi. Ve bu Baltık ülkelerini gezdikten sonar, gezinin en başından beri heyecanla beklediğim ünlü Rus şehri St. Petersburg'a (eski adıyla Leningrad) geldi sıra. Daha önce hiç görmediğim ancak gezip görenlerden hakkında çok olumlu şeyler duyduğum bir yerdi St. Petersburg. Geçtiğimiz hafta iki gün geçireceğimiz bu şehirdeki ilk günümüzden bölümler aktarmıştım. Yazar Alexander Puşkin'in Sarayı ve Hermitage Müzesi yani Tarih Müzesi idi aktardıklarım. Dünyanın en ünlü ressamlarının dört bin orjinal tablosunun bulunduğu bu Tarih Müzesi, değil bizim tur süremiz olan bir saat onbeş dakika, bir hafta gezmekle bitmez herhalde. Ancak zaman kısa, tur grupları kapıda sıra bekliyor, size verilen kısacık zamanda resimlere adeta koşarak bakıyor ve galerileri neredeyse dört nala koşarak müzeden ayrılıyorsunuz. Geçen hafta da yazmıştım, ben en çok neye şaşırdım biliyor musunuz? Resim yaptığım için az çok resimden anlarım, boyadan anlarım, nasıl oluyor da yüzlerce yıl önce yapılan bu orjinal tablolar bugünkü gibi capcanlı, dipdiri duruyor, solmamış, renklerini, ahenklerini koruyor, ressamların ustalığı zaten tartışılamaz da, o boyalar nasıl bozulmamış bugün yapılmış gibi dipdiri, inanılır gibi değil. Hermitage Müzesi'nden çıktıktan sonra bir deniz taşıtı ile kanalı geziyoruz. Kanal derken, deniz gibi bir şey, düşünün üzerinde bir sürü Cruise gemileri dizili, rehberimiz St. Petersburg'da yüzlerce kanal ve beşyüz adet köprü olduğunu, bu köprülerin üçyüz ellisinin şehir içinde olduğunu anlatıyor. Bu kanal olayını şöyle anlatayım. Venedik ve Amsterdam da kanallarla kaplı ama aralardan ancak kanolar geçer, St. Petersburg kanallarından büyük gemiler geçer. Tamamen su havzasının genişliği ile ilgili, hepsinin görüntüsü ayrı güzel. Rehber George, yine Rusya'da yapılan bir benzetmeyi anlatıyor bize; St. Petersburg “kültür şehri” olarak tanınan tanımlanırmış, Moskova ise “para şehri” yani, sanatsal aktivitelerde bulunmak ya da izlemek isteyen St. Petersburg'a, para kazanmak isteyen ise Moskova'ya yerleşilmiş. Bir de ünlü Rus Votkasını sorduk. “Burada votka eskiden içilirdi, artık gençler birayı tercih ediyor, vodka şimdi ayyaşların ve yaşlıların içkisi” diye yanıtladı. Yani ünlü Rus Votkası geleneği yavaş yavaş mazide kalsa da Rus Votkası ile ilgili anımı aşağıda aktaracağım. İki gün kaldığımız Rusya'da iki öğlen yemeği aldık. Tur olduğundan, önceden belirlenmiş lokantalarda hazırlanmış masalarda yiyoruz, gezip gezip belirlenen saatte restoranımıza geliyoruz. Menü aşağı-yukarı şöyle: Önden ünlü Borç Çorbası, sonra yanı garnitürlü et yemeği, üzerinde mayonez, peynir, vs. olan salata (tabi üzerindekiler nedeniyle ben salatayı yemiyorum) ve çay ya da kahve (isteğe bağlı) eşliğinde tatlı. Tatlı, elbette baklava, burma değil de mus gibi, tiramusu gibi hafif ama lezzetli bir şey oluyor. İçecek kısmına gelelim. Masa hazırlanırken herkesin tabağının önüne bir kadeh şampanya, bir küçük kadeh de votka konuyor, bizim kültürümüzde eğer içki alınacaksa akşamları tercih edilse de demek ki onlarda her yemekte alınıyor. Şampanya mı başkasına vererek “Şu ünlü Rus Votkasının tadına bir bakayım” düşüncesiyle bir fırt çekmemle içimden bir alev fışkırıyor, sertlik derecesi oldukça fazla olmalı. Bu da Rusya'nın soğuk iklimi ile ilgilidir diye düşünüyorum. Yemek konusunda biraz mızmızımdır, hem açlığa dayanamam, hem her şeyi yiyemem. Bu yüzden çok istesem de Uzakdoğu yolculuğuna çıkmayı göze alamıyorum. Yemekten sonra geziye devam ediyoruz, ünlü Zenith takımının maçlarının oynandığı stadın yanından geçiyoruz. St. Petersburg'un nüfusunun yedi milyon olduğunu bunun 5 milyonunun kayıtlı, 2 milyonunun kayıt dışı olduğunu öğreniyoruz. Gökdelen tipi yüksek binanın olmadığı bu şehirde yalnızca kiliselerin yüksek yapılmasına izin veriliyor. Diğer binaların belli bir hizada olmasına özen gösteriliyor. St. Petersburg ve İstanbul nüfusu ile ilgili bir kıyaslama yapayım. St. Petersburg yedi milyon, İstanbul neredeyse yirmi milyona dayandı. Nüfusun bu denli çok olması bir şehir için iyi bir şey değil, hepimiz biliyoruz. Keşke zamanında önleyici tedbirler alınsaydı. Göç, bir şekilde engellenseydi, şu anda Türkiye'nin gözbebeği İstanbul binbir problemle uğraşıyor, şehir giderek yıpranıyor. İçinde oturana da dert, kısa süreli ziyaret edene de. Sevgili okurlar, bugünlük bana ayrılan yerin sonuna gelsek de, St. Petersburg bölümünün sonuna gelemedik henüz. Haftaya okunası bir bale maceramız var. Rusya olur da, bale olmaz mı?... Buluşuncaya dek Esen kalın, hoşçakalın… Makaleyi Paylaş Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.