Ben bu yazıyı hazırlarken, tarih 30 Ağustos'u gösteriyor. Onun için diğer konuya geçmeden önce Kurtuluş Savaşı günlerine şöyle bir değinmekte yarar var. Adına Kurtuluş Savaşı Destanı denen bu tarihsel gerçeği değil iki satırla, günlerce haftalarca yazsak yine de geçmişe ve o isimli, isimsiz kahramanlara borcumuzu ödeyemeyiz, orası kesin. Sabahleyin bir TV kanalında o günlerle ilgili bir programda, bir tarihçinin belgelere dayalı, anlatımını izlerken belleğimde hepimizin bildiği o meşhur resim canlandı. İki savaş askeri, ayaklar çıplak, üniformalar yırtık, sırtlarında tüfekler, (onlarda derme çatma olmalı) mutlaka mideler bomboş, gözlerde acı ve hüzün ama sonuçta zafer. O resmi ilk gördüğümde ağlamıştım. Ancak bizi bu günlere getiren insanların gerçek görüntüleri onlar. Bunu belgelerden, resimlerden ve çok az da olsa o günlere ait görüntülerden görebiliyoruz. Görebildiğimiz bir başka gerçek ise; kendini dünyanın süper gücü ve jandarması ilan eden bir diğer ülke, onca teknolojisine, onca silah gücüne ve donanımına rağmen çeşitli nedenler ileri sürerek müdahale ettiği alanlara saplanıp kalıyor. Demek ki silahı çok olan kazanacak diye bir şey yok. Esasen bu ülkenin diğerlerine müdahale için haklı bir nedeni de yok. Ama kimse güçlüye hesap soramıyor. Güçlü de, her zaman kazanamıyor. Dönelim bizim “Destansı” Kurtuluş Savaşımıza. Destansı olmasının nedeni, bir tarafta işgal edilmiş fakir, silahsız, üstelik bu ülkeyi teslim etmeye hazır bir yönetim idaresi altında bir halk, diğer tarafta, bir sürü güç, son günlerini yaşayan bir imparatorluğun topraklarını paylaşmak üzere yola çıkmış, topunu tüfeğini, o günlerin şartlarında en ileri silah gücünü almış, adım adım işgal ettiği topraklarda yakıp, yıkıp ilerliyor. Başı teslime hazır, yoksul bitik bir ülke, ama bu ülkede kimsede olmayan bir cevher var. İnanmış, cesur, son derece güçlü, birleştirici bir insan, bir lider. Ve onun peşinden koşan, her şeyini ortaya koyan Anadolu. Silahları gizlice Anadolu'ya çıkaran İstanbul. Yoktan var olma savaşı. Onun için adı “Kurtuluş Savaşı Destanı.” Sabahleyin izlediğim ve ne yazık ki ancak sonuna yetişebildiğim programda “30 Ağustos belki de dünyadaki son cephe savaşı” diye bir yorum yapıldı. Katılıyorum. Artık savaş diye bir şey yok, birileri tepede indiriyor, aşağıdakiler ölüyor. Zaten savaş hiç olmasın arzumuz ancak, “Silah”, “Kâr”, “Kazanç” olguları olduğu sürece, yani insanlık yaşadıkça ne yazık ki bu kelimeleri lugattan silmek mümkün olmayacak anlaşılan. Çoğunuz belki de hepiniz bilirsiniz, Kurtuluş Savaşının başlangıcının belli olmaması için Atatürk büyük bir futbol turnuvası düzenler Ankara'da. Bu turnuvada yerli ve yabancı birçok kişi görev almaktadır. Oysa ki cephede savaş hazırlıkları başlamıştır. Bundan ne İstanbul Hükümetinin, ne Ankara'daki meclisin, ne de yabancıların haberi vardır. Futbol turnuvası, hazırlıkları perdelemek için düzenlenmiş bir oyalamacadır. *** Destan, neden destandı? Bir yanda top, tüfek, mermi, uçak… Diğer yanda kadınların ördüğü çorapları giyen, asker kıyafetlerini birbirlerinden tamamlayan, karınlarını çoğu zaman kuru ekmekle doyuran, bütün Anadolu'yu yürüyerek aşan bir ordu. Basit bir – iki örnek: Yunanlılar'da mevcut bin yedi yüz cipe karşılık bizde on küsur cip. Üstelik düşman yalnızca Yunanlılar'dan ibaret değil. Komşu ülkelerden yardım top mermileri geliyor, bizdeki kırık-dökük toplara uymuyor, tüm mermiler tek tek toplara uygun hale getiriliyor. Dahası, mevzileri, düşman hatlarını, gözetleyecek, denetleyecek bir uçak bile yok. Kurtuluş Savaşı süresince uçurulan uçaklar, düşürülmüş düşman uçakları olup, kırık dökük tezgahlarda motor bilgisi gücüne dayanarak deyim yerindeyse –el avına- tamir edilip uçurulmuş olanlar. Ordunun hava gücü bu. Uçuran pilotlar mı? Bir çeşit intihar diyebiliriz. Parçalar birleştirilerek tamir edilen düşman uçağı ya uçar ya uçmaz denemesi. Uçar ise ne ala, uçmazsa, düşerse veladdalin amin, vatan sağolsun. Bunun için adı Kurtuluş Savaşı Destanı. Analar karda kışta cepheye kağnıyla silah taşır, ölümü, her riski, göze almış, bebesinin üstünde battaniyeyi alır, silahları kapatır. Bebesi kıymetsiz mi? Elbette hayır ama ne olursa olsun, tüm Anadolu mavi gözlü adama inanmış, bu vatan kurtulacak, bedeli ne olursa olsun bu bedel ödenecek, işgalciler onun dediği gibi “Geldikleri gibi gidecekler” geldikleri gibi gittiler… Geride yanıp yıkılmış, savaş yorgunu bir Anadolu kalsa da bu yeni genç Cumhuriyeti tanımak zorunda kaldılar. Lozan'ın anlamı : Biz bir sürü işgalci ülke, topumuzla, tüfeğimizle, var gücümüzle uğraştık, yurdunuzu işgal ettik, yaktık yıktık ama ele geçiremedik, yenildik, boyun eğdik. Şimdi tüm dünya bilsin ki devlet olarak varlığınızı kabul ve ilan ediyoruz. Ben, tüm Lozan görüşmelerinin sonucundan bunu çıkarıyorum. Sanırım en basit ifadeyle anlatımı da bu zaten. 30 Ağustos bir destanın zafere ulaştığı gündür. Hakkında yüzlerce, binlerce kitap yazılan, milyonlarca insanın can verdiği bu destan bir ulusun diriliş destanıdır. Sizlerle birkaç satırda olsa paylaşmak istedim. Kutlu olsun *** Gelelim diğer konumuza. Elime gazetemiz arşivinden 29 Mayıs 1957 tarihli KARADENİZ Gazetesi geçti. Sahibi Ş.M. ERSÖZ KEREMPELİOĞLU, yani benim amcam. Yazarlarından birisi de babam. İkisi de rahmetli oldular. Elli beş yıllık bir gazete nüshasına ulaşmış olmak ve en yakınlarımın emeğini karşımda görmek beni çok duygulandırdı. Her ikisi de hukukçu olan büyüklerim, gazetecilik ve yazarlık konusunda da çok başarılıydılar. Karadeniz Gazetesi çıkarılmaya başlandığında ben henüz hayatta olmasam da, oldukça geniş bir tiraja sahip olup, zamanının saygın bir gazetesi olduğu, Karadeniz'de oldukça fazla okuyucu kitlesine sahip olduğu bilgisine ulaştım. Amcam gazeteyi çıkarır, babam da öğrenci olduğu İstanbul'dan telefonla haber bildirirmiş. 1957 yılında on kuruş ücretle çıkan KARADENİZ Gazetesi günlük bin beş yüz dolayında tiraj yapmakta olup, yerel bir gazete için oldukça yüksek bir rakammış. Bir gün babam hukuk fakültesinde dersteyken, kendine gelen bir zarfı açıyor, o sırada dersin hocası da “Şu anda İstanbul'da yüz bin sabıkalı var” diye dersin konusuna giriyor. Babam da parmak kaldırarak: “Yüz bin bir hocam” diyor. Zira kendisine gelen zarf, gazetede çıkan bir yazısı ile ilgili mahkeme kararı… Malum, gazeteciliğin cilveleri. Aslında bunu geçenlerde de yazmıştım ama okumayanlar için tekrarlamak gereğini hissettim. Haftaya köşemde bu gazeteden ve dolayısıyla 1957 Türkiye'sinden ilginç haberler ve Giresun'un bugün artık unutulan ancak zamanında çok hizmetleri geçmiş eski Belediye Başkanı KAPTAN YORGİ ile ilgili bir köşe yazısı aktaracağım sizlere. Giresun'a emeği geçenleri biz duyduk, sizler de duyun. Haftaya buluşmak üzere. Makaleyi Paylaş Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.