Sevgili okurlar, Büyük Britanya Adası gezisi – son bölümü aktarmaktayım sizlere. Olduğun çevreden uzaklaşabilmek, farklı kültürlere, yaşam biçimlerine tanık olabilmek, çeşitlilikleri gözlemleyebilmek heyecan verici bir duygu, ben de bu olanaklardan yararlanabildiğim sürece birikim ve gözlemlerimi siz okurlarımla paylaşmaya çalışıyorum. Britanya Adası'nı yukarıdan aşağıya dolaşıp Londra'ya kadar gelmiş, bu muhteşem kenti de epeyce anlatmıştık, tek bir yer kaldı, (tabi tur süresince görebildiğim kısmı kadarıyla) o da “London eye” London Eye denen şey, kocaman bir dönme dolap, dönme dolap derken, Lunaparklarda olanlardan bahsetmiyorum, çok uzaklardan seçilebilen, dev bir halka düşünün, bu halkaya bağlı, kapalı camdan kutular var, emniyet şeridinden geçip sıranız gelince içine biniyorsunuz, yirmibeş kişilik kapasite dolunca daire (yani halka) yavaşça hareket ediyor, diğer camdan kutu yanaşıyor, böylelikle daire turunu 28 dakikada tamamlamış oluyor, süre bitince başladığınız yere geri dönüş oluyor ve London Eye'dan iniyorsunuz. London eye, çok yavaş hareket ettiğinden, Londra'yı her bir konumdan görebilmek olası, elbette en görkemli manzara zirvedeyken, zira otuz kilometre uzağı görebilmek mümkün olabiliyormuş. Madame Toussend müzesine girerken müze + London Eye ortak satın aldığımız biletlerimizi göstererek ve bir cam kabine diğer turistlerle birlikte yerleşerek “London Eye” turumuza başlıyor ve Londra'yı tepeden görme şansına da sahip oluyoruz. Bu devasa dönme dolap İngiliz hava yollarının Londra şehrine bir hediyesi olup, aslında çok kısa bir süre kullanılması için planlanmış ancak öyle yoğun ilgi görmüş ki, halen kullanımda. Gerçekten burada da Madame Toussend müzesi gibi oldukça uzun bir zaman sıra bekledik ve yüklü bir miktar ödedik, ancak bazı nedenlerden dolayı ödediği para insana batmıyor şöyleki; 1)Tarihini yok etmeyeceksin, tarihi değerlerine saygı duyacaksın, ne yazık ki bizler tarihi eserlerimizi ancak “kalıntı” olarak sunarken insanlar Ortaçağ yapımı evlerde oturuyor, bizler de döviz harcayarak gidip buraları geziyoruz. Bana kızmayın bunları yazdığım için, bari elimizde kalan değerlere saygı duyalım diye yazıyorum, haritada yerini bile zar zor hatırlayabileceğimiz İskoçya'nın Edinburgh şehrini gezdim, gidip görmeseydim de biri anlatsaydı inanmazdım, 1600-1700'lerdeyiz sanki, Edinbugh'da insanlar Ortaçağ filmlerinde gördüğümüz o şato tipi evlerde yaşıyor, nizam, düzen, intizam, sükunet ne ararsan var. Dünyanın birçok bölgesinde insanlar tarihi değerlerini korumuşlar, turistlere sunacak eserler bırakmışlar. 2)Tarihi eserlerin ya da yaşatılan tarihlerin dışındaki bir diğer konu da , “turist cezbedici” çeşitli işletmelerin hayata geçirilmesi olayı. Plajlar, koylar, doğal manzaralar güzel de, bunlar zaten dünyanın birçok bölgesinde var, insanlar daha farklı şeyler arıyor, örneğin bu gezide uğradığımız Madame Toussend müzesi ya da London Eye, her ikisinde de girmek için en az yarım saat sıra beklediğimize göre (hafta içi, normal bir saatte) bunların ülkeye bıraktığı ciroyu düşünün, daha önceki bir gezide Kuzey Afrika'nın batı sahilinde, Portekiz'e bağlı Funcall adasına uğramıştık, bizi bir tepeye çıkardılar, “dünyanın en büyük çukurlarından birini göreceksiniz” dedi rehberimiz, hatta kendisi yaklaşmadı, yükseklik korkusu nedeniyle, tepenin uç kısmını camdan yapmışlar, çok aşağısı görünüyor, kumsal ve masmavi deniz, yani basıyorsunuz ve neredeyse bir kilometre aşağınızı seyrediyorsunuz, gerçekten harika bir duygu, çok güzel bir fikir, üstelik bunu görmek için kilometrelerce tepeye çıkıyorsunuz. 3)Bir de turistik alanlarda özellikle, çarkların çok iyi işlemesi lazım, yeterli eleman çalışmalı, çalışanlar kalifiye olmalı, hizmet tatmin edici ve özellikle işletmenin devamlılığı esas olmalı. Çalışan, yaptığı işi ciddiye almalı, çünkü yapılan her iş önemlidir. Turistik bir geziden döndüğüm için turizm nutukları çeksem de, değerlerini yeterince artı değere dönüştüremeyen güzel ülkem adına yazmaktayım bu satırları. Zira bir kısmı yok edilmiş olsa da tarih, doğal güzellik, muhteşem koylar, deniz, güneş, yeterince otel, tesis, bunlar tamam, diğer yazdığım konulara gelince bunların yorumunu siz kendi deneyimlerinizle yapın isterseniz. ** On günlük bir süre zarfında Büyük Britanya Adasını yukarıdan aşağıya dolaştık, İskoçya'nın Edinburgh'dan başladık, Londra'da bitirdik. Muhteşem Edinbugh'dan çok etkilendik, koyun, kuzu memleketi, kaşmir diyarı, sabahları güneşli, öğleden sonra yağışlı, yemyeşil, çayır çimen İskoçya'yı çok beğendik. Eylül'de İngiltere'den ayrılıp ayrılmayacaklarına dair referanduma gideceklerini öğrendik. Galatasaraylı Tuğay Kerimoğlu'nun uzun yıllar top oynadığı Glasgow Rangers takımının şehri Glasgow'u gezdik. İngiltere bölgesinde ünlü Liverpool şehrini gezdik. Liverpool aynı zamanda Beatles grubunun doğduğu ve ilk sahne aldığı şehir olarak da tanınmakta. Liverpool'dan Galler bölgesinde ve başkent Cardiff'e geçtik, Galler'de insan nüfusunun üç milyon, koyun nüfusunun ise oniki milyon olduğunu, dünyadaki en iyi kuzu etinin burada bulunduğunu öğrendik. Cardiff'teki parlemanto binasının camdan olduğunu, nedeninin “şeffaflık” politikası olduğunu, önceleri İngilizler tarafından Gallerce'nin konuşulmasının yasaklandığını, şimdiyse yaşatılması adına okullara zorunlu ders olarak konulduğunu ancak nüfusun yalnızca yüzde yirmibeşinin konuşabildiğini bilgi dağarcığımıza ekledik. Shakespeare'in doğduğu ve yaşadığı, şu anın “Zenginler Şehri” olarak bilinen Stratford'u gezdik. (Bu konu ile ilgili detaylı bilgi önceki yazılarımda bulunmakta.) Shakespeare'in yaşadığı dönemde, erkeklerin karılarını dövmek için kullandıkları sopaların başparmaklarından kalın olamayacağını ve gece saat on'dan sonra karılarını dövemeyeceklerini anlattık(!). Yeşiller partisi yönetiminde olan öğrenci şehri Oxford'u gezdik. Bizde karşılığı fakülte olan otuzsekiz adet koleji olduğunu öğrendik. Gezimizin son dört gününü ise Londra'ya ayırdık. Ben de yazımın son birkaç bölümünde size görebildiğim kadarıyla Londra'yı tanıtmaya çaıştım. İstanbul'u tanımaya nasıl bir ömür yeterli gelmiyorsa, dört günlük bir geziyle Londra ne kadar anlatılabilir, işte benimki de o kadar. Hiç görmeyenden biraz fazla diyelim… ** Biz ilkokuldayken değerli edebiyatçı Arif Nihat Asya'nın “Görmek, bakmak” diye bir makalesi vardı, ders olarak okumuştuk. Ben de sizlere doğru ve düzgün bilgiler aktarabilmek adına, bakmaya değil, görmeye çalıştım. Umarım sekiz haftalık yazı dizisi süresince sıkmadan ve bıktırmadan yararlı izlenimler aktarabilmişimdir. Haftaya ülkemiz gündeminde buluşuncaya dek sağlıklı ve mutlu kalmanız dileğiyle… Makaleyi Paylaş Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.