Büyük Britanya Adası gezisinde üçüncü haftadayız, kaldığımız yerden devam edeceğiz. İlk iki haftayı okumayanlar için yazayım, İskoçya'dan başlamıştık, Edinburgh ve Glosgow'u anlatmıştık, internetten önceki bölümlere dönebilirsiniz, Glasgow de güzel olmakla birlikte, Edinburgh'un harika bir şehir olduğuna, yaşanılası bir kent denilebileceğine ve insanların tarihin içinde ikamet ettiğine, sakin, dingin bir yaşam sürdüğüne not düşmüştük. Dönelim gezimizin devamına. Futbol takımı ile ünlü Liverpool'dayız. Her ne kadar İngiltere milli takımı dünya kupasından ilk turda elendi ise de, Liverpool'un futbol bazında dünya çapında ün yapmışlığı var, orası kesin. Rehberimizin anlatımından bu ünlü şehri tanıyalım; Liverpool en eski şehirlerden olup, limanı olduğundan çok göçmen almakta. Aynı zamanda bu şehir çok müzisyen yetiştirmiş. Futbol takımı ise yukarıda yazdığım gibi dünya çapında olup, tarihi çok eskilere dayanmakta. Deniz kenarındayız, çok ilginç tren gibi gemiler var, uzun uzun, bunlar otel olarak kullanılıyormuş, üzerlerinde “Apartment boats” yazıyordu. Nüfusu birbuçuk milyon olan Liverpool 2008 yılında Avrupa'nın kültür başkenti seçilmiş. Ünlü Titanik gemisi (Buz dağına çarpıp batan) Kuzey İrlanda'da yapılmış ancak kaydı Liverpool'da bir binadaymış, binayı da görüyoruz, yani bunu bile bir turizm vesilesi olarak kullanıyorlar. İkinci Dünya Savaşı sırasında bombalanan şehirde çok kişi hayatını kaybetmiş. Liverpool'da da Glasgow gibi yeni ve eski binalar iç içe. Gelelim bu kentin bir diğer önemli özelliğine. Yeni nesil çok tanımasa da, bizler iyi biliriz, bir zamanlar dünyayı kasıp kavuran ve derin izler bırakan Beatles topluluğunun doğduğu ve ilk sahneye çıktığı şehir Liverpool. Beatles'ın 292 kez sahne aldığı binanın önünde grup olarak resim çektirdik. Şehrin çeşitli yerlerinden Beatles ile ilgili objeler satılıyor, anahtarlıklar, magnetler, eski plaklar vs… Elinizde Beatles gibi bir değer olursa, bunu ekonomiye kazandırmak, turistik artı değere dönüştürmek zaten ilk yapacağınız iştir. Yeni yetişenler doğal olarak Beatles'ı tanımıyor ancak şu kadarını anlatayım, bugünün Michael Jackson'u neyse (o bile artık hayatta değil) işte o zamanlar Beatles da öyleydi. Dönelim Liverpool'a. Şehirde 1200'lü yıllardan binalar var ve bunlar halen ayakta durmakta. Futbolun Liverpool için ne kadar önemli olduğunu yazmıştım, zaten okuyucularım da bunu bilir, bu şehir bir futbol faciası yaşamış, 1989 yılında Hillsburg'da (başka bir şehir) maç oynanırken, yani Liverpool'un deplasman maçı, Liverpool tribünleri çökmüş, tam doksanaltı Liverpool taraftarı hayatını kaybetmiş. Bu olayı Hillsburg faicası olarak anıyorlar. Dünyanın en eski tren istasyonlarından biri bu şehirde olup, halen çalışmaktaymış. Eskilerden söz açmışken, dünyada Çin dışında en eski Çin mahallesi de Liverpool'daymış. Modern bir katedrale sahip Liverpool'da üç. Üniversite bulunmakta olup, bu üniversitelerde altmışbin öğrenci okumaktaymış. Aynı zamanda bu şehirde çok sayıda Amerikalı göçmen yaşamaktaymış. (Burası çok ilgin geldi bana, zira dünyada birçok insan Amerikaya ulaşmak için canını bile tehlikeye atıyor, görüyorsunuz televizyon kanallarında, köpekbalıklarıyla dolu denizi yüzerek geçmeye çalışanlar bile var, oysa ki Liverpool Amerikalı göçmenlerle dolu, demek ki Amerikalı olup da orada barınamayan, geçinemeyen bir sürü insan var ki buraya ya da başka yerlere göç ediyorlar.) Biraz da Liverpool katedralinden bahsedelim, zira oldukça ilginç, önünden geçtik gördük. Dünyadaki beş büyük katedralden biriymiş, yalnız kendisi çok görkemli bir yapı olmakla birlikte çevresi biraz ürkütücü zira eteklerinde elliyedi bin mezar bulunmakta. Yirminci yüzyılda yapılan bu eserin mimarı sadece yirmi yaşındaymış, muhteşem bir yapıt olduğunu söyleyeyim. Bu katedral ile ilgili ilginç bir not: Beatless topluluğunun ünlü üyesi Paul Mc Carthney katedralde şarkı söylemek istemiş zamanında, kilise üyeleri “Sesin yetersiz” diye izin vermemişler, düşünün bu olaylar Beatles topluluğu dünyayı kasıp kavurduğu zamanlarda gerçekleşiyor, hani tanınmadan olsa neyse. Güzel ve ünlü Liverpool gezimiz sona eriyor ve adanın Galler bölgesine doğru yola çıkıyoruz. Dış işlerinde İngiltere'ye bağlı, iç işlerinde serbest olan Galler'in kendi parlamentosu olup, iki resmi dili bulunmakta. Ancak bu resmi dillerden biri olan Gallerce yalnızca yüzde yirmi oranında kullanılmakta, diğer dil ise İngilizce. Bu arada İskoçya'yı anlatırken yazmayı unuttum, hazır lisan konu açılmışken yazayım, “İyi” derece İngilizce bilmeniz İskoçlarla anlaşmanız için yeterli değil, ki ben iyi İngilizce bilirim, İskoçya'ya indiğimizde rehbere gerek duymam kendi işimi görmeye çalışıyorum, fakat ne ben onların dediğinden, ne onlar benim dediğimden bir şey anlıyorlar, ben mi bildiklerimi unuttum diye düşünürken rehberimiz gülerek araya girdi ve “Zaman içinde bunların aksanları çok değişmiş, dilleri de kendilerine özgü olmuş, ben de ilk zaman hiçbir şey anlayamadım, sonra kulak alışkanlığı oldu, alıştım” dedi. Yani anlayacağınız İskoçlar İNGİLAZCA konuşuyor. Dönelim Galler'e . Çok sayıda doğal koruma alnı olan Galler'de geniş ovalar bulunmakta. Yolda giderken küçük, köy gibi bir yerde yemeğe duruyoruz, köy gibi bir yer ama iki kişilik yemek bizim paramızla yetmiş milyona mal oluyor, öyle bir şey de yok, ne bulursan, kimine tavuk, kimine fasulye, şansına kalmış, sıra sana geliyor, ondan bitti, şundan var diyorlar, yemeğin yanında ekmek vermek yok, bir dilim ekmekten beş lira istediler, ekmekte almadık, tam fırsatçı yeri. Rehberimizde sinirlendi ancak uzun yolda durup yemek yiyecek başka bir yer yok. İskoçya'yı ve bizim Türk misafir perverliğini düşünüyorum da, içimden bunlara diyeceğimi diyorum. Galler'in başkenti Cardiff'in nüfusu bir milyon civarında, şehir içi nüfusu ise üçyüz bin. Galer''in toplam nüfusu ise üç milyon. Üç milyon nüfusu olan Galler'de koyun sayısı oniki milyon – yani kişi başına dört koyun düşüyor. Zaten otobüse binip uzun yola gittiğinizde (şehirlerarası) gördüğünüz manzara şu: dümdüz bir arazi, yemyeşil çayırlar, bu çayırların üzerinde otlayan sonsuz sayıda koyun ve kuzu. Bu koyun ve kuzuların başında ne var bir çoban var, ne de bir köpek. Zaten en çok da buna şaşırdık. Bunlar kaçmaz mı, gitmez mi, araba yoluna inmez mi? Ders mi alıyorlar, kurs mu görüyorlar bunun için, bilmiyorum… Dünyadaki en iyi kuzu eti de buradaymış, bilginize… Sevgili okurlar bugün de satırları tükettik, birkaç hafta daha devam edecek ve dünyanın en ünlü şehirlerinden Londra'ya kadar geleceğiz. Yeniden buluşuncaya dek sağlıklı, huzurlu, mutlu günler dileğiyle… Makaleyi Paylaş Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.