Sevgili okurlar, içinde bulunduğumuz ortama çok uygun düşmese de, bir kere Ağustos ayında yapmış olduğum Baltık ülkeleri ziyaretimi anlatmaya başladım, bu hafta da devam edeceğim. Yoksa hepimizin yaşadığı acı ve sıkıntıları, şehitlerin yürek yakan haberlerini ben de izliyor ve bir gün son bulacağı ümidimi kaybetmeyerek tüm üzüntüleri yürekten paylaşıyorum. Yeter ki kimsenin daha fazla canı yanmasın, ülkemizin birlik ve beraberliği bozulmasın… *** Öncesini okumayanlar için bir ön giriş yapalım. 5 Ağustos'ta Hamburg yakınındaki Kiel Limanı'ndan Costa firmasının Pacifica adlı Cruise gemisine binmiş, bir gün Baltık Denizinde yol aldıktan sonra sırasıyla Polonya, Litvanya, Letonya ve Estonya'nın birer limanına uğrayıp Rusya St. Petersburg'a doğru yola çıkmıştık. iki gün konaklayacağımız St. Petersburg'a gece esnasında Finlandiya Körfezi boyunca yol alarak ve St. Petersburg kanalını kontrol eden Rus askeri gemileri eşliğinde geçerek sabah saat yedi civarında demir atıyoruz. Önce muhteşem St. Petersburg hakkında kısa bir bilgi vereyim: Bu şehir Neva nehri deltasında Peter the Great tarafından kurulmuş ve ismini kurucusundan almış. Catherine ve Great döneminde şehir ekonomik ve kültürel olarak büyümüş. St. Petersburg Rus Çarlarının en önemli sanat koleksiyonlarına, Hermitage Müzesi (ileride anlatacağım) Kis Sarayı ve Petrodvorets Sarayı'na da ev sahipliği yapmakta. Hakkında daha önce çok olumlu şeyler duyduğum St. Petersburg, gezinin ilk günlerinden beri heyecanla beklediğim bir durak. Ve onbir Ağustos sabahı limana ayak basarak, daha önce anlatılanların gerçek olup olmadığını test etme şansına ulaşıyoruz. Gemiden ayrılmadan önce, görevli iki Türk'ten biri olan rehberimiz Melike'nin söyledikleri ise bizi şaşkına çeviriyor! Rusya'ya girişte Avrupa ve Amerikalılara vize var bize yok… Bu defa gururlanma sırası bize geliyor… Gümrük işlemlerinin ardından bindiğimiz tur otobüsünde rehberimiz George'la tanışıyoruz. Türkiye'ye ve İstanbul'u çok iyi bilen George, çok Türk arkadaşı olduğunu söylüyor. Tabii bütün anlatımlar İngilizce, lisan bilmeyen yandı, zaten lisan bilmeyen pek bu gezilere katılmıyor ya da yalnızca Türk gruplarla geziyor. İlk önce otobüsle St. Petersburg'da bir şehir gezisi yapıyoruz. Not almışım ilk dikkatimi çekenler her taraf tertemiz, çöp, kir denen bir şey görmek mümkün değil, dev gibi tarihi binalar, camlar kocaman, bu kadar kuzeyde ve soğuk bir şehirde bu dev gibi camlarla nasıl ısınıyorlar diye düşündüm ancak altyapı sorununu çoktan hallettiklerinden ısınma problemi yoktur sanırım. Şehrin ortasından çok büyük bir nehir geçiyor -bahsedilen Neva Nehri olmalı- üzerinde sayısız kanal ve köprü bulunmakta Nehir öyle büyük ki yanyana dizili Cruise gemileri kibrit kutusu gibi görünüyor. Aynı zamanda bir sürü tarihi kilise binası önünden geçtik. Rehberimiz George kiraların son derece yüksek olduğunu bu yüzden birbirinden ilgisiz insanların bile ortak ev tutmak zorunda kaldığını anlatıyor. Bunu da şöyle bir çarpıcı örnekle vurguluyor: Bir polisin, bir uyuşturucu satıcısının ve bir eşcinselin bile aynı evi paylaştığı rastlanır, olağan bir durummuş. Yeter ki, kiraya ortak olsun. Demek ki kimse kimsenin hayatına karışmadan kardeş kardeş yaşıyor. Otobüsle turladıktan sonra Saray gezileri başlıyor. Tabi, yanlızca bir-iki yer gezebileceğiz. Herhalde St. Petersburg tüm turistik, sanatsal yapılarını gezmeye bu şehrin yerlilerinin bile ömrü yetmez, o derece yani. Ya içlerinden en kayda değer bir-iki örnek seçiyorlar, ya da kalabalığa göre ona ya da buna yönlendiriyorlar, ben öyle tahmin ediyorum. Dünyada sporda ve sanatsal aktivitelerde neden Ruslar'ın isminin hep ön planda olduğunu ben St. Petersburg'a gelince anladım. Sanat, görsellik, estetik inanılmaz boyutlarda. Üstelik iki gün gibi kısacık bir süre içinde bizim görebildiğimiz, koca bir çorba kazanın içinde bir çay kaşığı tadı olabilir ancak. Yine de insanın korkunç etkiliyor, sanatsal anlamda… Yazar Alexander Puşkin'in Sarayına geliyoruz. Kalabalık, geniş bir avludan sıra bekleyerek girerken klasik müzik çalan Saray bando takımı karşılıyor bizleri. Sıra beklerken küçük bir müzik ziyafeti çekiyorlar, isteyen bahşiş bırakıyor, isteyen CD'lerini satın alıyor. Ve saraya giriyoruz. Ücretle girilen bu Saray tam seksen yılda yapılmış beyaz ve mavi karışık renkli duvarların üzerinde yaldız işlemeler bulunmakta. Odalar, eşyalar, tavanlar klasik döşenmiş yemek odaları, duvarlarda tablolar, hepsi ince zevkin ürünleri. İşlemelerin üzerindeki sarı kısımların altın olduğunu söylüyor rehberimiz. Ve kaç bölümden oluşan bu sarayın adeta her tarafı sarı işlemelerle kaplı… İnsanlar tarihlerine saygı duyuyor, “Şu sarı işlemelerden bir parça koparıp satayım” diye düşünmüyor, bizim gibi turistlerde ücret ödeyip bu sarayları geziyor. Rusların yoksulu garibanın yok mu, elbette var ama ülkelerini seviyorlar, eserlerini koyuyorlar. Demek ki bu eğitimi almışlar, bu bilinci kapmışlar! Ve her St. Petersburg'u ziyaret edenin mutlaka görmesi gereken bir yere gidiyoruz. Hermitage yani Tarih Müzesi! Şansım olsa iki gün iki gece uyuyup enerji depolayarak bu müzeyi kez daha gezmek isterdim. Şöyle doya doya, her bir esere kana kana bakarak! Dünya ressamlarından tam dört bin orjinal tablo düşünün yalnızca bu tabloları incelemek insanın ne kadar zaman alır… Ben de kendi çapımda amatör olarak resim yaptığımdan ünlü ressamların orjinal tabloları çok ilgimi çekse de Hermitage Müzesine ayrılan zaman kısıtlı olduğundan bir saat onbeş dakika gezdikten sonra müzeden ayrılmak zorunda kalıyoruz. Ancak Rambrand'ın o ünlü eseri hafızama çakılıyor: Devasa bir erkek resmi, elleri dizlerinin üzerinde, bir eli erkek, eli diğeri kadın eli. Bu anlatımı ile ressam kim bilir neyi simgeledi… Ve onaltıncı yüzyılda yapılmış bu resim, ne renginden, ne canlılığından hiçbir şey kaybetmemiş, o zamanki fırçalar, o zaman ki boyalar, capcanlı bugüne kalmış. Hayret ettim. Teknik, teknoloji bugün var ama herşey sanal, sahte, suni. Bugün yapılan bir resim beş yüz yıl sonra aynı kalır mı sizce? Ama Rambrand'ınki capcanlı duruyor… Bir saat onbeş dakika adeta koşarak gezdiğimiz Hermigate Müzesi'nin tadı damağımızda kalarak çıkmak zorunda kaldık, elbette birçok bölümünü de görmeyerek… O kadar büyük bir müze ki rehber George şu fıkra anlattı: “Diğer rehber arkadaşım birkaç yıl önce bu müzede kafileden bir turisti kaybetti hala arıyor…” Neyse ki biz yitik vermeden kapının önünde mevcudu tamamlamayı başardık… Haftaya St. Petersburg'un devamında buluşabilmek dileğiyle, sağlıklı mutlu ve huzurlu günler sizlerin olsun, esen kalın. Makaleyi Paylaş Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.