26 Ağustos'ta başlayan Büyük Taarruz'un 93. yıldönümünü kutluyoruz. Atatürk'ün, 1071 Malazgirt Zaferi'nin yıldönümünde başlattığı Büyük Taarruz, tüm dünyanın hayret dolu bakışları arasında 9 Eylül'de, Kahraman Ordularımızın İzmir'e girişiyle sonuçlanmıştı. Ordumuz, Sakarya Zaferi'nden sonra, uzunca bir hazırlık sürecinden geçerek Büyük Taarruz'a hazırlanmıştı. Meclis'in ve Komutanların çoğunluğu, bizim bir taarruz savaşı yapamayacağımıza inanmaktaydılar. Ordumuzun taarruz edemeyeceğine inanan ve öyle anlaşılıyor ki, Sarayla da irtibatı olan muhalifler arasında, “Yalnız Yunan mı var? Yunan'ın arkasında İngiliz yok mu? Biz muharebe ile bu işin içinden nasıl çıkarız? Bir uzlaşma çaresi aramalı ve bulmalı değil miyiz?” itirazları yükselmekteydi (Falih Rıfkı Atay, “Çankaya”, s. 305)! Vahdettin'in Hariciye Nazırı Ahmet İzzet Paşa İngilizlere, “Millet Meclisi'nin yüzde 65'inin desteğini garanti edebileceğini bildirmekteydi” (Bilâl Şimşir, “İngiliz Belgeleri İle Sakarya'dan İzmir'e”, s. 147)! Anadolu'da, milliyetçilere karşı yeni bir ayaklanma bekleyen Vahdettin ise, “Türkiye'nin ıstırabından sorumlu olanların, ancak yüzde on kadar bir azınlık olduğunu” söylemekteydi (K.Esat Atalay, Yeniçağ, 31.07.2009)! Evet, Atatürk'ü, 'milleti kurtarmak için Anadolu'ya gönderdiği' iddia edilen Vahdetin, Türk Milleti'nin canını dişine takarak verdiği Millî Mücadeleye işte böyle bakıyordu! Falih Rıfkı Atay'ın belirttiğine göre, Meclis çoğunluğuna, “Sevr muahedesini mi kabul edeceğiz, ne yapacaksak yapalım, ne kurtarabilirsek kurtaralım, şu işin içinden çıkalım!” düşüncesi hâkimdi! İttihatçı Kara Vasıf Bey'in, “Ben askerim, bilmez miyim, üç yüz yıldır taarruz savaşı yapmamışız. Hep savunmada kalmışız. Taarruz çocuk oyuncağı değil” propagandası oldukça etkili oluyordu (Turgut Özakman, “Şu Çılgın Türkler”, s. 553). Fevzi Paşa, 26 Ağustos'ta yapılacak taarruzun saldırı plânını açıkladığında, ordu komutanı Yakup Şevki Paşa, “Milletin varını yoğunu zar gibi atmanın tarihçe bir cinayet sayılacağını” söyler. Mustafa Kemal Paşa'nın, “Milletin varı yoğu bundan mı ibarettir Paşam?” sorusuna 'Evet!' cevabını vermesi üzerine Mustafa Kemal Paşa, “O hâlde kesin sonucu bununla almak zorundayız” der. Kemalettin Sami Paşa “Bizim geri teşkilâtımız düşmanı yirmi kilometreden fazla kovalayamaz” diye itiraz edince, Mustafa Kemal Paşa, ona da, “Demek düşmanı yirmi kilometre içinde yok etmek zorundayız” cevabını verir (“Çankaya”, s. 308). İsmet Paşa da saldırıya karşıdır! Fevzi Paşa'nın, “Madem ki, ordunun bana güveni yok, ben çekiliyorum” şantajı üzerine telâşa düşen İsmet Paşa, “Efendim, bize fikrimizi sordunuz, söyledik. Yoksa hepimiz emrinizdeyiz” diyecektir (“Çankaya”, s. 309)! Falih Rıfkı, Büyük Zafer için, “Bu zafer, Millet Meclisine, Hükümete, Ordu Komutanlarına rağmen, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa tarafından kazanılmıştır” değerlendirmesini yapmaktadır (“Çankaya”, s, 311). Falih Rıfkı'nın, Büyük Taarruz'un başladığı anda, her türlü haberleşmenin kesilmesiyle, cepheden bilgi alınamaması sebebiyle duyduğu endişeyi ve sonrasındaki sevincini anlattığı şu duygu dolu satırları okurken, insan o günleri âdeta yeniden yaşıyor: “Hepimiz Mustafa Kemal'in askerlik dehasına inanırdık. Onun her şeyi, vara olduğu kadar, yoka da çevirecek bir zar atmayacağını biliyorduk. Fakat nasıl haber almalı? Nihayet Rumca gazetelerde ilk rivayetler çıkar. Biz taarruza geçmişiz ve başımızı Yunan ordusunun çelik kayasına boş yere çarpıp duruyormuşuz! Bir fena şey vardı. Kimseye bir şey sormaksızın, onu zihnimizde hafifletmeye uğraşıyordum. İhtimâl, durmuştuk! Belki de bir iki noktada gerilemiştik! Ordu bozulmamışsa bundan ne çıkardı? Yunanlılar da artık bitkin bir hâlde değil mi idiler? Aşağı yukarı bir uzlaşma yapabilirdik. Bu da Sevr antlaşmasından daha iyi olurdu. Fakat içimizdeki sorunun, kimseden aramaya cesaret edemediğimiz cevabı kendiliğinden yayılıverdi: 'Başkomutan Mustafa Kemal Paşa bütün karargâhı ile beraber esir olmuş!…' Keder insanları öldürmez derlerse, bu söze inanınız. Kalp denen şeyin ne dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu, ben o akşamüstü, Büyükada vapurunun güvertesinde öğrendim. Ölümü bir uyku, rahat bir uyku gibi arayarak sabahı ettik. İlk vapurun en görünmez köşesine sığınarak, iki büklüm köprüye indik. (…) Meğer bütün karargâhı ile Başkomutan Mustafa Kemal değil, Yunan Başkomutanı Trikopis esir olmuş… Yunan ordusunu yok etmişiz, İzmir'e iniyormuşuz! Ben, ömrümde hiçbir edebiyat eserinde, ordulara 'İlk hedeflerinin Akdeniz olduğunu' bildiren günlük emri okurken duyduğum zevki duymadım. Bu, bütün heyecanların üstünde bir heyecan veren, bütün şiirlerin üstünde bir şiirdi. Ne olmuştuk, biliyor musunuz? Kurtulmuştuk! Ah Mustafa Kemal, Mustafa Kemal! Sana, ölünceye kadar, o günün sevincini ödeyebilmekten başka bir şey düşünmeyeceğim” (“Çankaya”, s. 313). Düşünebiliyor musunuz? Bu samimî satırların yazarı Falih Rıfkı Atay, 1924 yılında, Ankara'yı destekleyen yazıları yüzünden, gazetenin satışı düşüyor gerekçesiyle, ortağı olduğu Akşam gazetesinden ayrılmak zorunda bırakılmıştır (Aydemir, “Tek Adam”, Cilt III. s. 291)! Evet, Büyük Zafer'in anlamı işte buydu. Bu Zaferin sonucunda, İstanbul'daki işgal Kuvvetleri, 6 Ekim 1923 tarihinde Türk Bayrağını selâmlayarak İstanbul'dan def olup gideceklerdir. Türk askerinin İstanbul'a girişini gören Yüzbaşı Armstrong, duygularını şu sözlerle dile getirecektir: “Ruhumun isyan ettiğini duyuyorum. İngiltere İmparatorluğu şerefinin bütün Asya'ya karşı çamurlara yuvarlanması gururumu yaralıyordu” (“Çankaya”, s. 338)! Bir İngiliz subayı duygularını böyle dile getiriyor. Fakat Türk Milletine ve bütün İslâm Dünyasına bu gururu; İngilizlere ise bu ezikliği yaşatan Mustafa Kemal Paşa'ya, bu ülkede kimi meczuplar bugün çıkıp 'İngilizlerin adamıydı' gibi terbiyesizce lâflar edebiliyorlar. Ve bu meczuplar, Cumhurbaşkanlığı makamında ağırlanabiliyor! Falih Rıfkı'nın verdiği bir başka bilgi var ki, insanı kahrediyor. Zafer sevincini eleştiren Meclis'in muhalif milletvekillerinden biri şöyle konuşur: “Ne var sanki? Nasıl olsa İzmir'i bize vereceklerdi. Nesini büyütüp duruyorsunuz? Yunan'dan kurtulduk. Bakalım Mustafa Kemal'den nasıl kurtulacağız?” Falih Rıfkı daha sonra şöyle devam eder: “Evet, muhalifleri ve rakipleri sapsarı idiler. Ah! Bir kurşun, son Yunan kurşunu Mustafa Kemal'in göğsüne saplanamaz mıydı” (Çankaya, s. 314)? Bugün, Cumhuriyete ve Atatürk'e saldıran zavallılar, bunların torunları olsalar gerek! Ne yazık ki, Attilâ İlhan'ın ifade ettiği gibi, hain kotamız bir hayli yüksek! Ve ne yazık ki, bu kişiler devlet katında da himaye görmekteler! Makaleyi Paylaş Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.