Üst akıl var mı yok mu? Geçenlerde bir televizyon kanalında; bir Hanım programcının, “Ne üst aklı! Milletin kafasını karıştırmayın” sözlerine şaşkınlıkla şahit olmuştuk! Peki, 'Üst Akıl' yok mu? Tabiî ki, var; hem de öylesine var ki; bu milletin menfaatine aykırı her hadisede devrede olduğundan emin olabilirsiniz.
İstihbarat örgütlerinin kontrolündeki Sivil Toplum Örgütlerinin, sözde, 'Demokrasi Mücadelesi' görüntüsü altında, milletimizi Etnik ve Mezhep olarak ayrıştıracak; bu devletin altını oyacak ne dalavereler çevirdiğini kaç kişi biliyor? 'Sivil Toplumun Güçlendirilmesi; Ülkemizin Demokratikleştirilmesi' görüntüsü altında, bu küresel saldırıya karşı yegâne savunma aracımız olan Millî Devlet'in ne hâle getirildiğinin farkında mıyız?
Siyasetçiler, 'İktidara Gelmek'; ya da, 'Partilerinde İktidarlarını Sürdürmek' derdindeler! Aydınlar, Batı'nın ülkemize ve dünyaya demokrasi getirmek için çabaladığına inandırılmışlar! Bu duygunun verdiği rehavet içinde, başımıza açılan dertlerin sebebinin, Batı'ya bu bağımlılık ve bu yoz demokrasi olduğunun farkında bile değiller! Atatürk'ten sonra, Batı ittifakı içinde yaşadığımız müthiş millî refleks kaybı yüzünden, bu gerçek bir türlü görülemiyor. İşte görüyorsunuz; sorunun biri bitmeden bir diğeri başlıyor!
Hiç düşündünüz mü; yüzde 20 oy potansiyeli bulunan DYP-ANAP birleşmesi nasıl engellendi? Her şey tamamdı! Fakat o da ne! İki partinin genel başkanları Erkan Mumcu ve Mehmet Ağar bir anda toz oldular!
Geçen haftalarda Soner Yalçın Sözcü'de bazı önemli hatırlatmalarda bulundu. Hürriyet gazetesi, Erdoğan için, “Muhtar bile olamaz” diye manşet atmıştı! Fakat Erdoğan'ın yasakları birer birer kaldırıldı ve 14 Ağustos 2001 yılında kurulan AKP, bir yıl sonra, tek başına iktidar oldu! Cem Uzan'ın Genç Parti'si nasıl kuruldu? Yüzde 7 oy alan bu parti sayesinde MHP ve DYP, baraja takılarak, nasıl Meclis dışı bırakıldılar?
DSP-ANAP-MHP koalisyonu nasıl bozuldu? Bahçeli ülkeyi niçin erken seçime sürükledi? Ve hâlâ daha, parti tabanından yükselen 'Çekil Artık' haykırışlarına rağmen, niçin ayrılmamakta bu kadar ısrarlı?
1.03.2007 tarihinde Kanal Türk televizyonunda yayınlanan bir programa katılan zamanın Dışişleri Bakanı Şükrü Sina Gürel, ABD'nin Irak'a bir askerî harekât düzenleyeceği belli olduğu için, kendi hükümetleri döneminde, Cumhurbaşkanının Başkanlığında, Çankaya köşkünde toplanarak, ABD'den önce, Irak'ın 50 km. derinliğine bir kolordu ile girmek kararı aldıklarını açıklamıştı! Zamanın Meclis Başkanı Ömer İzgi de, gazeteci Fikret Bilâ ile mülakâtındaki şu sözleriyle, Şükrü Sina Gürel'i doğrulamıştı: “Türkiye'nin kendi ulusal çıkarları için, ABD'nin gelmesini beklemeden, Türk askeri, oradaki varlıklarını daha da güçlendirmek için Kuzey Irak'a girmeliydi. Bu, yıllardır Türkiye'nin yürüttüğü terörle mücadelenin ve Körfez Savaşı sonrasındaki gelişmelerden gördüğü zararın tekrarlanmaması için gerekliydi.”
Amerika, Ecevit'i Irak harekâtında kullanamayacağını biliyordu. Koalisyon Hükümetinin bozulması ile, ordumuzun Irak'a girmesi de engellenmiş oldu!
Peki, Ecevit hükümeti 2001 krizine nasıl sürüklenmişti?
Türk bankacılık sisteminin bilânçosunda, çok büyük bir Hazine bonosu stoku ve büyük miktarda bir döviz açık pozisyonu bulunuyordu. Selim Somçağ'a göre, enteresan olan, 1994 krizinden sonra bankaların açık pozisyonuna, sermayelerinin yüzde 20'si gibi bir tavan getirilmesine rağmen, 21 Şubat devalüasyonu öncesinde, açık pozisyonun, sermayenin iki katı gibi bir miktara çıkmasıydı! Bu kadar büyük bir limit aşımı Merkez Bankası'nın gözünden nasıl kaçmıştı? Enteresan olan başka bir şey de bu durumu göremeyen Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel'in, 2000 yılında Batı finans sermayesinin dergisi Euromoney tarafından, 'Yılın Merkez Bankası Başkanı' seçilmesiydi (Selim Somçağ, “Türkiye'nin Ekonomik Krizi”, s. 116)!
2001 krizi hakkında, Hürriyet gazetesi'nin ekonomi yazarı Ercan Kumcu da, şu çok önemli değerlendirmeyi yapmıştı: “IMF'nin sözünden çıkmamak için paramızın yüzde yüz değer kaybetmesine seyirci kaldık. Bu kadar yanlış bilgisizlikle ya da cahillikle yapılamaz. Olsa olsa işin içinde bir kasıt olması gerekir. IMF bizi tehdit ediyor. 'Döviz satarsanız ilişkileri keseriz' diyorlar. Kasım krizinde de 'Likidite verirseniz ilişkileri keseriz' diyorlardı. Söylediklerini yaptık, bu hâle geldik. Bile bile aldatıldık. Sonuçta likidite de verdik, döviz de sattık. Her şeyi geç yaptığımızdan içine düştüğümüz sefaletten kurtulamadık. Türkiye ekonomisi, IMF'ye rağmen düzlüğe çıkabilir. Kısa vadede kurtuluşumuz IMF'nin dediklerini yapmakta değil, bildiklerimizi uygulamaktadır” (Hürriyet, 04.04.2001).
Görüldüğü gibi, 'Üst Akıl' yine devredeydi! Millî Akıl olsaydı bu krizin yaşanması mümkün müydü?
Şu 1 Mart 2003 tezkeresine gelelim! Bu konuda kafalar bugün bile oldukça karışık!
Eski Genelkurmay Başkanımız İlker Başbuğ, 1 Mart tezkeresi geçseydi, Irak'ın şekillenmesinde söz sahibi olabileceğimiz görüşünde! MHP Genel Başkanı'nın danışmanlarından eski Büyükelçi Deniz Bölükbaşı, “1 Mart tezkeresinin kabul edilmemesi aleyhimize oldu” diyor! Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, tezkerenin geçmesinin bize büyük fayda sağlayacağı inancında (Radikal, 28.08.2012, Murat Yetkin'le mülâkat)!
Tecrübeli diplomatımız Şükrü Elekdağ ise, bu konuda şunları söylüyor:
“Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, 'Tezkerenin geçmesi hâlinde, TSK birlikleri Kuzey Irak'a girecek ve PKK terör yuvalarını temizleyecekti...Şimdi bu imkânı kaybettik' diyerek üzüntülerini dile getirdiler. Oysa, söyledikleri büyük bir yalandı. Zira, ABD ile imzalanan mutabakat muhtırası, Irak sınırı boyunca dar bir şeritte konuşlanacak olan Türk askerî birliklerine PKK unsurlarını takip edip imha etmeyi yasaklıyordu” (Uğur Dündar'la mülâkat, Sözcü, 4 Mart 2016)!
Gördünüz mü Üst Aklı?
Soner Yalçın 15 Haziran tarihli Sözcü de, haklı olarak şöyle uyarıyor: “Sanmayınız ki, rakip AKP! Hayır! Soğuk Savaş'tan bu yana, Türkiye'yi gericileştiren emperyalizmdir asıl rakip! Meseleyi doğru okumak gerek. Yoksa, bu dinciler buralara kadar gelemezlerdi!”
İşte bunun için diyoruz ki, Batı ittifakı içinde kaldıkça bu yaşadığımız sorunlardan kurtulmamız mümkün değildir; daha büyük sorunlar da beklenmelidir. Bütün bu yaşananları anlayabilmek için de, tarihimiz, doğru kaynaklardan iyice öğrenilmelidir. Fakat ne yazık ki, tarihe, 'olmuş bitmiş olaylar' olarak bakıyoruz!
Ne demişti Prusya Kralı II. Frederik III. Mustafa'nın elçisine?
“Ben Tarih Okurum!”
Tarih okumadığımız için, Atatürk'ün büyüklüğünü; sonrakilerin cüceliğini bir türlü anlayamıyoruz.
Makaleyi Paylaş Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.