Mehmet Akif Ersoy, “Tarihi 'tekerrür' diye tarif ediyorlar. Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi” diyor!
Ne kadar doğru bir söz. İddia ile söylüyoruz ki, tarihimizi bilmiyoruz. Onun için de, aynı felâketleri tekrar tekrar yaşıyoruz. Bu nedenle, bazı tarihî hakikatleri sık sık hatırlatmak gerekiyor. Bu arada, değerli bir okurumuzun uyarısı üzerine, kendilerine teşekkür ederek bir hatamızı da düzeltelim: “Et tekrarı ahsen velevkane yüz seksen”; yani “tekrar güzeldir yüz seksen kere bile olsa” sözünü 'el tekrarı ahsen vel tekrarı yüz seksen” olarak yazmışız.
Evet, tarihimizi çok iyi bilmeliyiz. Fakat hangi tarihi okuyacağız? Hangi tarih doğruları yazıyor? Atatürk bu konuda şu çok değerli uyarıyı yapmış: “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.”
Gerçekten de, bazı tarihçileri okudukça, ya da dinledikçe şaşırıyoruz. Çünkü, anlattıklarında, tarihe sorunlu bir bakışın izleri görülüyor. Meselâ İttihatçı hayranı ve doğal olarak II. Abdülhamid düşmanı bir tarihçinin, Abdülhamid Dönemine ve İttihatçı Dönemine bakışında bunu çok net olarak görebiliyoruz. Ne yazık ki, tarihimizdeki birçok olaya bakışta, bu sübjektiflik hâkim! II. Abdülhamid'in hayranı tarihçilerde de bakış aynı! Nitekim, “Payitaht Abdülhamid” dizisinde her şeyin ne kadar abartıldığını görüyorsunuz!
O zaman, yapmamız gereken, tek bir kaynağa bağlı kalmamak ve dönemin devlet adamlarının hatıralarını da okuyarak mukayese etmek olmalıdır. İnanınız ki, bugünkü siyasî ayrılıklarımızın temelinde, tarihimizi iyi bilmemek yatmaktadır. Ne Sultan Abdülhamid'i, ne İttihatçıları tanıyoruz; ne de, Atatürk Dönemi ve sonrası hakkında yeterli bilgimiz var! Rahmetli Pof. Oktay Sinanoğlu'nun şu sözünü hiç unutmuyorum: “Bu milletin yarısını Sultan Abdülhamid'e, diğer yarısını da Atatürk'e düşman ettiler!”
Bu kuşkusuz, sadece bu ülke aydınlarının eksikliği değildir. Aydınlarımızın böyle düşünmeleri, 'görünmeyen bir el' tarafından özel olarak programlanmaktadır. Derin Dünya Devleti'nin organizatörleri, İç Cephede gedikler açarak, Millî Devletleri kontrol altında tutmak için, önce aydınlarının elde edilmelerinin gerektiğini çok iyi biliyorlar.
Tarihimizi bilmek kendimizi tanımak demektir. Bunun önemini, Çin'in büyük askerî dehası Sun Tzu iki bin küsur yıl önce şöyle açıklamış: “Eğer düşmanını ve kendini biliyorsan, yüz savaşın neticesinden korkmamalısın. Eğer kendini biliyor, fakat düşmanını tanımıyorsan, iki savaştan birini kazanabilirsin. Eğer hem kendini hem de düşmanını tanımıyorsan her savaşta yenilirsin!”
Kendimizi ve düşmanlarımızı iyi tanımak için de, tarihimizin ve Emperyalist Avrupa'nın ve Amerika'nın tarihleri iyi bilinmelidir.
Aydınları, bürokratları ve siyasetçileri yüksek bir tarih şuuruna sahip bir milleti, hiçbir güç alt edemez; diz üstü çökertemez; o millet üzerinde hâkimiyet kuramaz.
Atatürk, “Türk! Övün, Çalış, Güven!” vecizesi ile aslında buna işaret etmektedir. Tarihimizi iyi bilmeli; bununla övünmeli, çok çalışmalı ve kendimize güvenmeliyiz.
Atatürk boşuna, “Büyük devletler kuran ecdadımız büyük ve kapsamlı medeniyetlere de sahip olmuşlardır. İşte bu medeniyeti araştırmak, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır” demiyor. Çünkü Atatürk, millî tarih şuurundan mahrum bırakılan bir milletin, başka devletlerin avı olacağını çok iyi biliyordu. “Türk Tarihinin Anahatları” kitabını yazdırıp, okullarda okutması da Türk gençlerini millî şuurla donatmak içindi. Ne yazık ki, bu önemli kitap, ölümünden sonra müfredattan çıkarılacaktır!
Atatürk, 1924'te Dumlupınar savaş alanında söylediği şu sözlerle, “Kendine Güven Duygusunun” kaybının sonuçlarını bakınız nasıl açıklamış: “Bir memleketi zapt ve işgal etmek o memlekete sahip olmak için kâfi değildir. Bir milletin ruhu zapt olunmadıkça, azim ve iradesi kırılmadıkça o memlekete hâkim olmanın imkânı yoktur!”
Bir milletin ruhu da ancak, o millet tarihinden kopartılırsa; 'Küçük Amerika' olmak sevdasıyla kimliğini kaybederek; kendisine, 'çağdaşlaşmak adına' sunulan kozmopolit kimliği benimserse zapt olunabilir. Emperyalist Devletler, bütün güçleriyle, bunu sağlamaya çalışıyorlar. Karen Fogg, işte bunun için, “Türkleri tarihlerinden kopartmalıyız” diyordu!
Ne yazık ki, Batı hayranı yapılarak ya da devşirilerek bu milletin başına getirilen siyasetçiler de, onların bu emellerine hizmet ediyorlar! Atatürk'ten sonra benimsenen 'Küçük Amerika' olmak hayâli de işte bu zihniyetin eseridir.
Burada sormak isteriz: Eğer, 'Küçük Amerika' olmak sevdasını benimseyecek idiysek; sonunda Amerikan Mandası olacak idiysek; niçin bir İstiklâl Harbi verdik? Öyle ya; binlerce şehit niçin verildi ve onca mahrumiyete niçin katlanıldı? Amerikan ya da İngiliz Mandasını kabul ederdik; olur biterdi!
İkinci Dünya Harbi sonrasında Batı İttifakına katılarak, “Tam Bağımsız Türkiye” idealinden vazgeçilmesini; 'dönemin şartları öyle gerektiriyordu' diye savunanlar, Atatürkçü olamazlar. Bu gerçeği kavramadan, siyaseten, bir Çıkış Yolu bulunmasının da mümkün olmadığı bilinmelidir.
Amerika'nın etkisine girmemiz konusunda, 27 Mayıs'ın ünlü isimlerinden Orhan Erkanlı'nın şu önemli tespitine yer vermek isteriz: “1947 yılında Truman Doktrini ve Marshall yardımı ile başlayan Amerikan askerî yardımı, birçok tabiî neticeleri de beraberinde getirdi. Ankara'da bir “Amerikan Askerî Yardım Kurulu” (AİD) faaliyete geçti. Bu kurula bağlı olarak, tümenlere kadar her büyük karargâha birer askerî ekip verildi. İkili Antlaşmaların çoğu, Amerikan Askerî Yardım Kurulu Başkanıyla (AİD), Türk Hükümetinin yetkilileri arasındaki özel görüşmelerde vücut bulmuştur. Amerikan silâh ve malzemesinin kullanılmasını öğretmek için, ordumuzun çeşitli mekteplerinde Amerikalıların nezaretinde kurslar açıldı ve birçok subay ve astsubayımız ayni maksatla Batı Almanya'ya ve Amerika'ya gönderildiler. Harp dışında kalmamıza rağmen, harbin bütün ağırlığını sosyal ve ekonomik tahribatını sırtında taşıyan Türkiye, her şeye muhtaç durumda idi. Bu ihtiyaç ve bir an evvel güçlü bir orduya sahip olmak arzusu, bizi, Amerika ne verirse onu almaya zorladı. Türkiye mutlak bir samimiyet ve safiyetle kuvvetlerinin kontrolünü; eğitim, organizasyon ve lojistik destek bakımından Amerikalıların eline bıraktı. Fakat Amerika, cömert olduğu nispette hesaplı ve geleceğe ait plânlı bir çalışma içinde olduğundan; malzeme, silâh ve bilgi ile beraber kendi askerî usullerini de Türkiye'ye getirdi. Bütün ikmal kaynaklarımızı elinde topladı. 'Tek Satıcı, Tek Verici' durumuna geldi. Kısa zamanda, ordumuzun kuruluşunu değiştirdik. Siyasî alanda hükümeti büyüleyen Küçük Amerika olmak hayâli, askerlerde de vardı ve 'Kardeş Amerikan Ordusu' olmak hedefine süratle yol aldık! (…) Kıyafetten kara kazana kadar her şey değişti. Harp Akademileri dahi yön, tedrisat, stratejik ve taktik konsept değiştirdi; Amerikanlaştı. Hâlbuki, bir Amerikan subayı ile bir Türk subayını moral, ideal, meslek bakımından bir arada mütalâa etmeye imkân yoktur. Amerikan subay “Evvelâ ben, sonra ailem, sonra vatanım' der.” Türk subayı ise, “Evvelâ vatan, sonra aile, sonra ben” demiştir ve bugün de böyle düşünmektedir. (…) Bu arada ordu bünyesinde Amerikalılara uymayan usulleri, sınıfları kaldırdık. Meselâ süvari sınıfı lağvedildi ve bu sınıfın görevlerini zırhlı birliklerin yapması gerektiği fikri kabul edildi. Hâlbuki, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun arazi, altyapı, teknik şartları süvari sınıfının muhafaza edilmesini icap ettirmekte idi. Doğu isyanlarını süvari birliklerinin bastırdığını unuttuk ve bu bölgedeki muhtemel tehlikelerin yok olduğunu kabul ettik” (Orhan Erkanlı, “Anılar, Sorunlar, Sorumlular”, s. 393)!
İşte, o yılları yaşayan bir subayımızın değerlendirmeleri bunlar! Ne yazık ki, bugün, Milliyetçi, Atatürkçü ya da İslâmcı iddiasındaki aydınlarımızın çok büyük bir çoğunluğu Batı'nın zihin kontrolü altında oldukları için, bugün içinde bulunduğumuz durumun temel sebebi olan bu gerçekleri görememektedirler.
Peki, bu durumda ne yapacağız? Atatürk'ün, “Mübarek Millet Bu, Adam Millet” dediği yüce milletimize güveneceğiz. Milletle aramızı fazla açmadan, birlikte yürüyeceğiz. Milleti sürekli aydınlatacağız.
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.