Aydınlık gazetesi yazarı sayın Kurtul Altuğ, İsmet Paşa'nın Batı'ya yanaşmasının sebebi olarak 'Sovyetlerin yaşattığı l945 kâbusu karşısında' bir tercih yapmak durumunda kalması olduğunu düşündüğünü söylüyor ki, bu görüş oldukça yaygındır. O yıllar yeterince araştırılmadan, nedense klişe bir görüş olarak, II. Cihan Harbi'nden sonra Amerika'nın kucağına oturmamız genellikle hep 'Sovyet tehdidi'ne bağlanır. Bu konunun açıklığa kavuşması önemlidir çünkü bu sözde tehdit gerekçe gösterilerek, ABD ile kurulan ilişkilerin sonucu olarak bugün geldiğimiz noktada, millî devletten ve millî kurumlardan eser kalmamıştır. Bugün Cumhuriyetin tasfiyesi, ülkenin bölünmesi açıktan açığa dillendirilmektedir. Ülkemizin karşı karşıya bulunduğu bu vahim duruma rağmen vatanseverlerin darmadağın bir durumda oldukları da bir gerçektir. 1946 sonrasında CHP ve Demokrat Parti eksenindeki ayrışma, siyasette hâlâ daha etkisini sürdürmekte; bu da vatansever güçlerin bir araya gelmesini önlemektedir. Bunun yapılabilmesi için aslında ikisi de NATOCU olan bu iki siyasî çizgi mutlaka aşılmalıdır. Bunun için de her iki partinin, Atatürk'ün çizgisini terk ederek ABD ile hangi ilişkileri kurduğu ortaya çıkarılmalıdır.
O dönemi bizzat yaşayan Prof. Niyazi Berkes'in, ölümünden sonra 'Unutulan yıllar' adı altında yayınlanan hatıralarında bu konuda önemli bilgiler mevcut. Berkes, Amerikalı Profesör Harry N. Howard'ı kaynak göstererek, Churchill'in Roosevelt'e yazdığı 10 Şubat 1943 tarihli mektubundan şu çok önemli alıntıyı yapmış: “Türkiye'nin durumu nazik olmakta devam ediyor. Türkiye'nin bir yanda Sovyetler Birliği ile tarafsızlık ve dostluk antlaşması ve Büyük Britanya ile saldırıya karşı karşılıklı yardım antlaşması var! Diğer yanda Almanya'nın Sovyetlere saldırışından 3 gün önce imzaladığı (dostluk) antlaşması var. Bugünkü koşullar altında Türkiye'nin Sovyetler Birliği ve Britanya karşısındaki yükümlülüklerini Almanya'ya karşı olan yükümlülükleriyle nasıl uzlaştıracağı kafamda aydınlanmış değil. Türkiye eğer Sovyetler Birliği ile olan işlerini daha dostça yapmak ister ve bunu açıklarsa Sovyetler de aynı karşılığı göstereceklerdir (Churchill, Stalin'in bunu kendisine söylediğini de not etmiş).”
Churchill daha sonra şöyle devam ediyor: “Stalin'in, Türkiye ile Rusya arasında Mustafa Kemal'in başardığı sıcak dostluğun yenilenmesini istediğini açıklamaktan kendimi alamıyorum. Bunu yapmakla Türkiye kendi savunmasını güçlendirirken, iki muzaffer dost arasında bulunacaktır. Bütün bunları yalnız savaş süresi için değil, savaş sonrası için de düşünmekteyim” (Unutulan Yıllar, s. 344)!
Millî Şef İnönü'nün düşüncelerini de Prof. Niyazi Berkes, Von Papen'in anılarını kaynak göstererek ve kendi yorumunu da katarak şöyle özetlemiş: “İnönü, Kahire Konferansı'na çağrıldığı zaman Churchill'e damdan düşer gibi adamı şaşırtan bir tavsiyede bulunmuş. Von Papen'in kendi anılarında da en çok belirtmeye çalıştığı nokta, Hitler'in baş hatasını göstermektir. 'Eğer onun yerine kendisi Almanya'nın başında olsaydı, doğru olanı yapacak, AngloSaksonlarla birleşerek Sovyetlere saldıracaktı.' Onun, Slavlara ve komünistlere karşı bir Cermen misyonu olarak gösterdiği bu görüşün etkisi altında, Şef'imiz Kahire'de Churchill'e, bu AngloSakson dostu von Papen'i tavsiye etmiş; bu savaştan vazgeçip, Sovyetlere karşı birleşik bir cephe açılmasını söyleyecekmiş ki, (Von Papen'in dediğine göre) inatçı İngiliz hemen lafı keserek bunun bir ihanet olacağını söylemiş” (Berkes, age. s. 336)!
Atatürk'ten sonra devletimize nasıl bir antiSovyet anlayışın hâkim olduğu açıkça görülüyor.
Berkes'in naklettiğine göre, Prof. Fuat Köprülü bile Rus tehlikesi diye bir şeyin olduğuna inanmamaktadır (Age. s. 322).
Niyazi Berkes bu konuda şu değerlendirmeyi yapıyor: “Sovyetler Birliği'ni dünyayı komünist yapmaya azmetmiş bir devlet olarak görme geleneği Lord Curzon'dan von Papen'e, ondan Millî Şef, Saraçoğlu gibilere, Soğuk savaşçılara ve bir de romantik Marksistlere özgü bir inanıştır. Çıplak gerçek şudur: Dünyayı komünistleştirmek şöyle dursun, elinde atom bombası tekeli bulunan Batı karşısında, yıkılmış bir ülke olmaktan henüz çıkmamış olan Rusya korku içindeydi; bir 19181919 düşmanlığı ve yeni bir kuşatılma korkusu içinde. Her girişimlerinden bu korku ve sinirlilik bellidir. Ne var ki, Rusların ya diplomatik blöf, ya da uzlaşma, güven sağlama çabaları içinde olduğunu herkes (Faik Ahmet Barutçu bile) bildiği hâlde, devletin radyosunda, özel basında, birçok aydın kişiler arasında şiddetli bir düşmanlık edebiyatı alabildiğine gidiyordu.
Berkes, Saffet Arıkan'ın bu konudaki yorumunu dikkat çekici buluyor. Faik Ahmet Barutçu'nun anlattığına göre, Saffet Arıkan şöyle diyormuş: “Ruslar bizi deniyorlar. Bizi güçlü ve kararlı bulurlarsa blöfleri suya düşecek. Fakat Rusya'dan askerî anlamda korkacak bir şey yoktur. Rusya yorgun ve güçsüzdür. Bize nereden saldırabilir” (Unutulan Yıllar, s. 329)?
Berkes, 1945 yılı sonrasındaki Sovyet tehdidi konusunda en doğru tanımlamayı o zamanki Dışişleri Bakanı Hasan Saka'nın yaptığını söylüyor. Hasan Saka, Ankara'da ABD Büyükelçisi ile görüşürken ona Rusların asıl amacı, “Üs ya da sınır sorunu değil, Türkiye'nin siyasal oryantasyonunun değiştirilmesini sağlamak sorunudur” demiş. Berkes bu tespit üzerinde şu değerlendirmeyi yapıyor: “Aferin Saka'ya, Çok iyi anlamış. O zaman neydi Türkiye'nin oryantasyonu denilen şey? Millî Şeflik, Nazi yanlılığı ve dünyanın bir ucundaki Amerika'nın himâyesine girme hevesi” (Berkes, age. s. 336)! Hâlbuki Rusların istediği, Mustafa Kemal Paşa'nın dönemindeki gibi ilişkilerin sürmesiydi. Eğer Türkiye bu kadar Nazi yanlısı olmasaydı, Rusların bu blöf tehditleri söz konusu olmayacaktı!
Doğan Avcıoğlu'nun belirttiğine göre, Sovyet tehditlerinin abartıldığı bizzat ABD tarafından da teyit edilmektedir. 7 Temmuz 1945 tarihinde Washington Büyükelçimiz Hüseyin Ragıp Baydur, ABD Dışişleri Bakan vekili Grew'i ziyaret ederek Sovyet tehdidi meselesini görüşür ancak ABD'ye göre, MolotofSarper konuşması, dostça bir görüş alışverişinden ibarettir ve konuşmada hiçbir somut tehditte bulunulmamıştır (Avcıoğlu, Millî Kurtuluş Tarihi, s. 1568)! ABD bu görüşmenin zabıtlarından bilgi sahibidir! Prof. Yalçın Küçük Selim Sarper'in Molotof'la yaptığı bütün görüşmeleri ABD Büyükelçisine aktardığını bildirmektedir (Tekeliyet Cilt I)!
Yine Berkes'in belirttiğine göre, Prof. Fuat Köprülü, 1946 yılı Ağustos ayında bir Amerikan gazetesine verdiği demeçte, 'Türkiye için bir tehlike olmadığını, hükümetin iktidarda kalmak için bunu yaydığını' söyler ve bunun üzerine büyük bir tepkiyle karşı karşıya kalır (Age. s.318). Köprülü haklıdır çünkü yine Berkes'in belirttiğine göre, 1945 yılı Temmuz ayında Potsdam Konferansı sırasında İngiltere'de yapılan seçimlerde Corçil (Churchill) gibi ününün doruğunda olan bir politikacı seçimleri kaybetmiş, Başbakanlığa İşçi Partili Attlee gelmişti.
Berkes, daha sonra şu bilgileri veriyor: “Rusların, Nurullah Esat Sümer'e münasip bir dille bildirdikleri, 'Saraçoğlu hükümeti çekildiği taktirde iki devlet arası ilişkilerin düzenlenmesinde engel kalmayacağı' gerçeğinin bütün öykünün gelip dayandığı düğüm olduğu meydanda! Belli ki, Ruslar von PapenSaraçoğlu Turancılık hücresinin varlığını Alman ve İngiliz istihbaratının bildiği kadar biliyorlardı” (Age. s.342). Rusların, bu Turancılık faaliyetlerinden oldukça rahatsız oldukları belli. Saraçoğlu'nun bu yüzden istifasını istiyorlar. Berkes, Fuat Köprülü'nün bizzat kendisine 'Sovyet tehdidi' denen şeyin amacının üs değil, Saraçoğlu hükümetini düşürmek olduğunu söylediğini belirtiyor (Age.s. 342).
İşte bu kuru sıkı Sovyet tehditleri gerekçe gösterilerek İsmet Paşa iktidarı, ABD ile, ilki 23.2.1945'de, ikincisi 27.2.1946'da ve üçüncüsü de 27.12.1949'da olmak üzere üç ikili anlaşma imzalamış; bunu sonraki yıllarda Demokrat Parti'nin imzaladığı başka anlaşmalar takip etmiştir. “İkili Antlaşmaların İçyüzü” kitabının yazarı E. Kurbay Albay Haydar Tunçkanat bu anlaşmalar için, “Lozan'da kazandıklarımızın yavaş yavaş geri verilmekte olduğunun inkâr kabul etmez belgeleridir” değerlendirmesini yapmaktadır.
1940 sonrasına tarafsız bir gözle bakıldığında manzara ne yazık ki budur. ABD ile süreç içinde daha da gelişecek ve derinleşecek olan ilişkilerin sonunda bugün geldiğimiz safhada, Atatürk döneminde sahip olduğumuz itibarın kırıntısı bile kalmamıştır.
Makaleyi Paylaş Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.