Atatürk'ün “Köylüyü Milletin Efendisi Yapmak” amacıyla geliştirdiği bir proje olan Köy Enstitüleri üzerinde biraz durmamız gerekiyor. Köy Enstitüleri köy çocuklarına sadece temel eğitim bilgilerini vermiyor; onlara Cumhuriyet bilinci aşılıyor; Tarım ve Hayvancılık konularında yetiştiriyor; yeni tarım teknikleri ve ürün çeşitliliği bilgileri veriyordu! Kars-Cılavuz Köy Enstitüsü'nden bir örnek verelim. 1942 yılında elde edilen ürünler şöyle: Buğday 11 ton, arpa 5 ton, patates 17.5 ton, saman 30 ton, ot 70 ton, yonca 2 ton. Ayrıca 206 liralık süt, 1.171 liralık sebze, 330 liralık peynir ve 72.5 liralık kaz. 1942'de faaliyete gecen kooperatif sermayesini 10.000 liraya yükseltmiş! Burada geleneksel olarak üretilen ürünlerin dışında denemeler de yapılıyor. Böylece, gelecekte öğrencilerin görev yapacakları köylerde, köylüyü ürün çeşitliliği konusunda bilgilendirmek ve beslenmede de çeşitliliğe gitmek amaçlanıyor (“Cilavuz Köy Enstitüsü”, Firdevs Gümüşoğlu, s. 103). 4 dönem Van milletvekilliği yapan Kinyas Kartal'ın, Dursun Kut'la yaptığı bir mülâkattaki şu sözleri de, 'Enstitü Korkusu'nun asıl sebebinin ne olduğunu bize gösteriyor: “Benim köylerimin ikisine Akçadağ Köy Enstitüsü mezunu iki öğretmen geldi. Altı ay sonra bu köyler bana biat etmekten çıktılar. Biz Doğu'lu ağalar oturduk düşündük. Eğer bu Köy Enstitüleri 10 yıl daha devam ederse Doğu'daki ağalık ölecek. Diyeceksin ki, 'sen köylülerin uyanmasını istemez misin?' İsterim istemesine ama, ben sağlığımda ağalığımın öldüğünü görmek istemem” (Necati Doğru, Sözcü, 3 Mart 2016)! Köy Enstitüleri'ne işte bu anlayış son verdirdi. Ekonomik ve kültürel alt yapısı hazır olmadığı hâlde, Çok Partili Sisteme geçilmesi ile birlikte elde ettikleri “Oy Silâhı” ve 'Devletçilikten de vazgeçilmesi ile' ağaların, şeyhlerin ve bölücülerin gücü daha da artacak; ülkemiz, 'Müttefikimiz' Amerika'nın operasyonlarına karşı savunmasız bir hâle gelecektir! İspanya ve Portekiz'in 1970'den sonra Çok Partili Sisteme geçtiklerini hatırlatalım! Türkiye bugün; Millî Ekonomisini ve Millî Devletini güçlendirip, feodal yapının gücünü kırmadan; bunları gerçekleştirecek Atatürk Devrimi'ni yarıda bırakarak, Çok Partili Sisteme geçmenin ve 'Müttefiklik' adı altında Amerika'ya teslim olmanın bedelini ödüyor! Çok yanlış olarak 'Kürt Sorunu' denilen hadise, aslında bu vahim hataların sonuçlarından sadece bir tanesidir. Batılı 'Dostlar' kendi hâkimiyetlerinin sürdürülmesi için bizim zaaf içinde bulunmamızı isterler. Bu, dün de böyleydi; bugün de böyledir. Nitekim Cumhuriyetin ilk yıllarında İngilizlerin tahrikleri ile gerçekleşen Kürt isyanları bize çok pahalıya mal olmuştur. Musul'un kaybının sebebi de budur. ABD'nin İstanbul Yüksek Komiseri Amiral Bristol'un Washington'a gönderdiği, 20 Şubat 1922 tarihli raporunda şunlar yazılıdır: “İngilizler herhâlde Kürdistan'ı denetim altına almak için, Kürtleri Türklere karşı kullanmak isteyecektir. Batı'daki savaş Türklerin lehine biterse, Türkler yetenekli komutanları vasıtasıyla Kürt sorununa bir son verebilir. İngilizler kuşkusuz bu durumu bilmektedirler. Gene de Kürt sorunu ile meşgul olduğu sürece, Mustafa Kemal'in Musul'a el koyamayacağını düşünmektedirler” (Metin Aydoğan, “Bitmeyen Oyun”, s.139)! 1925 yılında, Bağdat'taki Fransız Yüksek Komiseri'nin Paris'e gönderdiği rapor ise daha da ilginçtir: “Şeyh Sait ayaklanması kendiliğinden birdenbire ortaya çıkmadı. Kürdistan dağları yabancıların kışkırtması ve desteği ile ayaklandı. Bu bölgede ortaya çıkan olaylar, İngilizlerin uğradıkları yenilgiden sonra hiç affetmedikleri Mustafa Kemal'e ve Ankara'daki Meclis'e karşı yürüttükleri siyasetin bir parçasıdır” (Metin Aydoğan, “Bitmeyen Oyun”, s. 138). Görüldüğü gibi sorun 'Kürt Sorunu' değil; Emperyalizm Sorunudur. Emperyalist Devletlerin hâkimiyetini ancak güçlü güçlü Millî Ekonomiye sahip bir Millî Devletle önleyebiliriz. Biz eğer güçlü ve adaletli bir Devlet yapısı oluşturamazsak, Emperyalist 'Dostlarımızın' sorun yaratmakta fazla güçlük çekmeyecekleri de bilinmelidir. Bu Kürt Sorunu olur, Mezhep Sorunu olur; bugün yaşadığımız gibi, Ekonomik Kriz olur; ya da başka bir şey! Prof. Alpaslan Işıklı, Güneydoğu sorununu bir 'Kürt sorunu' olarak görmekte ısrar eden kesimlerin nasıl bir dezenformasyonun etkisi altında olduklarını gösteren, yaşadığı bir olayı şöyle anlatır: “Almanya'da, oradaki bazı yurttaşlarımızın katıldığı toplantılarda konuştum. Bu toplantılarda bazı kişiler, ellerine verilmiş bir kâğıttan okuyarak, sanki aralarında anlaşmışçasına bana şu soruyu sordular: 'Yaser Arafat'a da yakın zamana kadar terörist deniyordu. Şimdi aynı masaya oturuldu. Abdullah Öcalan ile de aynı masaya niçin oturulmasın; Türkiye'de siyasî çözüme niçin gidilmesin?' Onlara şu yanıtı verdim: “İsrail-Filistin sorunu ile Türkiye'de etnik olarak tanımlanan sorun arasında paralellik kurabilmek için insanın, eğer kötü niyetli değilse, çok cahil olması gerekir. İsrail'de bir Filistinli Cumhurbaşkanı olabilir mi? Jandarma Genel Komutanı olabilir mi? General olabilir mi? İşçi olursa, eşit işe eşit ücret alabilir mi?” Bugün PKK hareketi içinde bir Ermeni varlığının bulunduğu da bilinmektedir ve bu meşûm işbirliği aslında yeni bir şey de değildir! Geçmişte de bu işbirliğinin örnekleri vardır. 5 Ekim 1927 tarihinde, bağımsız bir devlet kurmak isteyen Kürtlerin, Lübnan'da, Ermeni Taşnak partisi liderlerinden, Vanlı Vahan Papazyan'ın evinde kurdukları Hoybun örgütü buna bir örnektir. Hoybun örgütü kurulduğu yıl Ermenilerle, Türkiye rejimine karşı ortak mücadele etmek için bir anlaşma imzalar fakat Kürtlerin büyük bir bölümü bu anlaşmaya karşı çıkarak Hoybun örgütünden ayrılırlar (Altan Tan, “Kürt Sorunu”, s. 270)! Dış güçlerin kontrolünde olduğu artık iyice meydana çıkan PKK'nın başındaki bölücü başına, Ermenistan'ın, 'Büyük Ermenistan davasına yaptığı katkılardan dolayı' onur ödülü verdiğini de hatırlatalım (Ceviz Kabuğu programı, 9.l2.2005)! Kürt Meselesi'ni çözmek adına bu ülkeyi dağıtmak bir Batı Projesi'dir ve başarılı olması için Türk Millî Kimliğinin ve Türk Millî Devleti'nin parçalanması gerekmektedir. Türk Kimliğinin ve Millî Devletimizin güçlenmesinin yegâne yolunun da, Ümmetçilik politikalarıyla değil, altında Atatürk'ün mührü bulunan bu devletin Kurucu Felsefesinin benimsenmesi ile mümkün olabileceği bilinmelidir. Atatürk'ün Milliyetçiliği Anti Emperyalistti; Tam Bağımsızlıkçıydı; Emperyalist Devletlere karşı Rusya ve Bölge Devletlerinin işbirliğinden yanaydı! Türkiye'nin, II. Cihan Harbi'nden sonra ABD'nin himayesine sokulduğu Soğuk Harp döneminde, böyle bir milliyetçiliğe hayat hakkı tanınması tabiî ki, beklenemezdi! 1960 sonrasındaki, 'Türk Milliyetçiliği Hareketi'nin Anti Komünist bir hareket olduğunu; 'Esir Türkleri Kurtarmak' gibi gerçek dışı bir amaç güttüğünü; ülkemizi Amerika'nın vesayetinden kurtarmak gibi bir amacının olmadığını hatırlatırız! Makaleyi Paylaş Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş
Makale Yazısı-
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.