“Ne yapılmalı” sorusunun doğru cevabını bulabilmek için, önce “Devletimizin bu kadar derin bir zafiyete nasıl sürüklendiğinin” araştırılması gerekir. Bu sorunun cevabı tarihimizde saklıdır. Bir çoğumuzun tarihe, 'olmuş bitmiş şeyler olarak' bakması pek önemli olmasa da, devleti yönetenlerin böyle bakmaları bir fecaattir. Ahmet Cevdet Paşa boşuna “Devlet adamları tarih okumalıdırlar” demiyor. Ağustos ayı içersinde, Türk-Rus ilişkilerinin tarihine değindiğimiz 6 yazımız yayınlandı. Atatürk'ün bölgeye bakışını; bölge devletleriyle işbirliğinin önemini işaret ettiği sözlerini ve bu doğrultudaki önemli girişimleri olan Balkan ve Sadabat Paktlarını da zaman zaman hatırlatıyoruz. Ne yazık ki, bugün bunları pek hatırlayan yok! Tarihimizi iyi bilmeyen devlet adamları, siyasetçiler ve okumuşlarımızın Batı hayranlığı bizim en büyük zafiyetimizdir. Bu da, karşı karşıya bulunduğumuz meselelerinin sebeplerinin doğru tespit edilmesini ve doğru çözüm yolları bulunmasını imkânsızlaştırmaktadır. Prof. İlber Ortaylı, 19. Yüzyılı, “İmparatorluğun En uzun Yüzyılı” diye tanımlar ve bu isimde bir de kitabı vardır. Sayın Ortaylı, Sultan Abdülhamid için “Son İmparator” deyimini kullanır. Okumuşlarımızın büyük bir çoğunluğu, o dönemi incelemek zahmetine katlanmadan, Osmanlı İmparatorluğu'nun 20. Yüzyılda da devamını sağlayan II. Abdülhamid'i, “Gericiliğin Padişahı'” diye karalarlar ve imparatorluğun yıkılış sürecini başlatan II. Meşrutiyet'i ise, bir 'DEVRİM' olarak kutlarlar! Hattâ, bu yıkılış sürecinin baş aktörü olan Enver Paşa, birçoklarına göre Atatürk'ten daha büyük bir kahramandır! Evet! Hani, 'gömleğin ilk düğmesinin yanlış iliklenmesi' benzetmesi vardır ya; aynen öyle; tarih doğru okunmayınca; tahliller de, sentezler de gerçekleri yansıtamıyor! Osmanlı bir yarı sömürgeydi. Doğrudur. Fakat Cumhuriyet, Millî Ekonomi politikası ile her şeyi tersine çevirmeyi başarmıştı. Sadece bir tek örnek verelim: Lozan'da bize, gümrüklerimize hâkim olma hakkı hemen tanınmamış; 1929 yılına kadar, Osmanlı dönemindeki yüzde 12.9 tutarındaki gümrük tarifesi uygulanmıştı. Bu yüzden, 1923 yılında 60 milyon lira olan dış ticaret açığı 1929 yılına gelindiğinde 101 milyon liraya yükselecek fakat gümrüklerimize hâkim olup, gümrük vergileri yüzde 45.7'ye yükseltilince, dış ticaretimiz 1930 yılında, dört milyon lira fazla verecektir (Prof. Mustafa A. Aysan, “Atatürk'ün Ekonomi Politikası”, s. 177). Ne yazık ki, tam, “Başardık!” derken, Atatürk'ün ölümünden sonra, akıl almaz bir gaflet sergilenerek, yeniden emperyalistlere teslim olduk! Bugün, iyi niyetinden kuşku duymadığımız birçok isim, bunun sebebi olarak İkinci Dünya Harbi'nin sonrasındaki, 'Sovyet Tehdidi'ni göstermektedirler. “İnönü ne yapsın? Dönemin şartlarının zorlamasıyla Amerika kampına katıldık” değerlendirmeleri oldukça yaygındır. Hâlbuki, bu kesinlikle doğru değildir. Çünkü İnönü, zaten Küçük Amerika olmaya karar vermişti. Nedense bu pek dile getirilmez! Geçen haftalardaki yazılarımızda, 'Sovyet Tehdidi' meselesinin, bir Soğuk Harp yalanı olduğunu anlatmaya çalışmıştık. Fakat ne yazık ki, aydınlarımıza hâkim olan nakilcilik hastalığı yüzünden, Soğuk Harp döneminin ezberleri tekrarlanarak, Batı kampında yer almamızın sebebi olarak, Sovyet tehdidinin gösterilmesi yanlışı sürdürülmektedir. Meselâ sayın Ayşe Sucu, 22.08.2016 tarihli Sözcü'de şu değerlendirmeyi yapmış: “Osmanlı Çağdaşlaşmasıyla da paralel olarak Türkiye, soğuk savaş döneminde Marshall yardımları ve Truman doktriniyle başlayan süreçte Sovyet Bloğu karşısında ABD (Birinci Dünya ülkeleri) safında yer aldı. Bir köşe yazısıyla 70 yılı özetlemek, yargılamak imkânsız. Öyle ya da böyle o günün konjonktürü bir taraf olmayı gerektiriyordu.” E. Korgeneral sayın Erdoğan Karakuş da, Halk TV'deki bir programda, “1945'de Türkiye ABD safında yer aldı. Aslında Amerika ve Sovyetler Birliği arasında bir paylaşım yapılmış ve Türkiye Amerika'nın payına düşmüştü” mealinde bir açıklama yapmıştı. Sayın Karakuş, bu bağlamda, Sovyetlerin bizden Kars ve Ardahan'ı istemesinin bir oyun olduğunu; asıl amacın bu paylaşma anlaşmasını gizlemek olduğunu belirtiyordu! Bizi, 1916 yılında, Sykes-Picot anlaşmasıyla da paylaşmaya karar vermişler; 1920'de de önümüze Sevr'i koymuşlardı. Fakat biz, Büyük Harp'ten yeni çıkmış; Atatürk'ün tespitiyle “Harap ve bitap' bir durumda olmamıza rağmen, ordumuzu yeniden kurarak bir İstiklâl Harbi vererek, bugünkü sınırlarımızı, süngümüzün gücüyle bütün dünyaya kabul ettirmiştik. II. Dünya Harbi'nde Alman işgaline uğrayan Sovyetler Birliği, 20 milyon insanını kaybetmişti ve Atom Bombasına sahip Amerika karşısında kendini savunmaktan başka bir düşüncesi yoktu. Biz ise Ordumuzla dimdik ayaktaydık. Ekonomimiz de iyi sayılırdı. 1946 yılındaki dış ticaret fazlamız 100 milyon lira civarındaydı. Borçlarımız yok denecek bir düzeydeydi ve hazinemizde 250 milyon dolar nakdimiz vardı (Sina Akşin, “Türkiye Tarihi”, Cilt IV. s. 343). Sovyet tehdidini, temcit pilâvı gibi önümüze getirenlere, 1979'da Afganistan'a giren Sovyet Ordusunun, -hem de Afgan Devleti yanında olduğu hâlde-, ne durumlara düştüğünü hatırlatırız. Ayrıca, Sovyetler bize niçin saldıracaktı ki? İsmet Paşa bile o tarihlerde, “Sovyet Rusya, o koşullar içinde bir saldırı niyeti taşıyamazdı. Daha çok, kendisini garanti altına almaya çalışıyordu” düşüncesini dile getirmekteydi (Doğan Avcıoğlu, “Millî Kurtuluş Tarihi”, s. 1701). Şunu da hatırlatalım ki, o yıllarda henüz emperyalist devletlerle işbirliğimiz ayyuka çıkmamıştı ve bu yüzden Türkiye, mazlum milletler nezdinde büyük bir itibara sahipti. Kendisini, dünyadaki 'Ezilen Milletlerin Temsilcisi' olarak gören Sovyetler Birliği, Türkiye'ye saldırarak bu imajını niçin yerle bir etsindi? Sovyet Tehdidi yalanının bu kadar yıldır sürdürülmesinin sebebi, millî reflekslerimizi kaybetmemize ve bugünlere gelmemize neden olan, Amerika vesayetine girmemizi haklı göstermektir. Ne yazık ki, okumuşlarımız tarih okumadıkları için buna inanmakta ve bu yalanın, nesilden nesile aktarılmasına da sebep olmaktadırlar. Hâlbuki, Doğan Avcıoğlu'nun “Millî Kurtuluş Tarihi”, Şevket Süreyya'nın “II. Adam”, Mehmet Gönlübol'un “Atatürk ve Türkiye'nin Dış Politikası”, Niyazi Berkes'in “Unutulan Yıllar” ve Haydar Tunçkanat'ın “İkili Antlaşmaların İçyüzü” kitapları okunduğunda Sovyet Tehdidi'nin bir yalan olduğu görülecektir. Biz de, “Uyan Türkiye- Bugünlere Nasıl Geldik?” kitabımızda, bu kitaplardan ve başka kaynaklardan, Atatürk'ten sonra, Batı'nın yörüngesine nasıl girdiğimizi ayrıntılı olarak anlattık. Bugün, ekonomimiz Batı'ya bu kadar bağımlıysa; PKK terörü, FETÖ; IŞİD belâsı ile; hattâ Ermeni Soykırımı iddiaları ile yüz yüze isek; bu coğrafya, emperyalist 'dostlarımız' tarafından kan gölüne çevrilmişse, şu iyi bilinmelidir ki, Askerî Darbeler dahil hepsinin sebebi Amerika'dır; Kuvayı Milliye Ruhuna ihanet ederek Amerika'yla işbirliği yapanlardır. Bütün bu anlattıklarımızın ışığında yapmamız gereken, başta Sovyetler Birliği, İran ve Suriye Devleti olmak üzere komşularımızla, Atatürk Dönemindeki sıcak dostluk ilişkilerine dönmektir. Amerika ve Avrupa Birliği ve içimizdeki çok güçlü Batı lobisi, bunu önlemek için ellerinden geleni yapacaklardır. Nitekim, Rusya ile yakınlaşmaya başladığımızda, önce 'Türkiye'nin NATO'dan çıkarılabileceğini ima eden açıklamalar yaptılar. Bu tehdit etkili olmayınca; bu defa, 'Türkiye NATO'nun önemli bir üyesi' dediler. Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Jagland Hürriyet'e yazdığı bir makalede (20.08.2016), “Ortak amacımız, Türkiye'nin Avrupa ailesinde kaldığını görmek” diye bir açıklama yaptı! ABD Başkan Yardımcısı Biden, Türkiye'yi ziyaretinde “Türkiye'nin en yakın dostu Amerika'dır” diyerek, Avrasya'ya yaklaşan Türkiye'yle -her şeyi unutulup- eski güzel dönülmesi arzusunu belirtti. Peki, niçin? Çünkü Türkiye Batı'nın yörüngesinden çıkacak diye ödleri kopuyor. Makaleyi Paylaş Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.