Bugün karşı karşıya bulunduğumuz sorunların temel nedeni, Atatürk'ten sonra, Kemalist Rota'dan ayrılmamızdır.
Buna sebep olarak hep, 'Sovyet Tehditleri' gösterilmiştir. Hâlbuki, bugün sahip olduğumuz bilgiler Sovyet tehdidinin özellikle abartıldığını göstermektedir.
İsmet Paşa yönetiminin, 'Sovyet Tehdidi' sebebiyle emperyalist kampa yaklaştığı iddiasının kabul edilebilir bir yanı yoktur.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün, Büyük Millet Meclisi'nin açılışında yaptığı konuşmalarda da, bir Sovyet tehdidinin izlerine rastlanamamaktadır.
İsmet Paşa'nın 1 Kasım l946 tarihli Meclis açılış konuşmasında, Sovyetlerle ilgili bölüm şudur: “Sovyetler Birliği ile aramızdaki münasebetlerin düzeltilmesine ve iyileşmesine hiçbir engel olmamak lâzımdır. Sovyetler Birliği ile, dostça ve emniyetle iki komşu olarak münasebette bulunmak, ciddî ve samimî arzumuzdur” (İsmet İnönü'nün TBMM'deki Konuşmaları, Cilt II, s. 66).
Fakat, daha önceki bölümlerde değindiğimiz üzere, aslında İnönü yönetiminin böyle bir niyeti yoktur! Çünkü, İnönü yönetimi, Türkiye'nin jeopolitik çıkarlarına aykırı olarak, tarihî düşmanlarımız olan, Batılı devletlerle birlikte olmaya karar vermiştir!
19. Yüzyıl İmparatorlukların yıkıldığı bir yüz yıldır. Osmanlı İmparatorluğu'nun da o hâliyle yaşaması mümkün değildi. Fakat, harbe girilmeseydi, o şekilde feci bir sonla da karşılaşılmazdı. Evet, Batılılar, Osmanlı Devleti'nin yıkılması için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı ki, bu normaldir. Düşmanlarımızdan himmet beklemek yerine, devleti yönetenlerin müteyakkız olmaları ve Devlet Adamı gibi davranmaları gerekirdi! Fakat ne yazık ki, II. Meşrûtiyet'in ilân edildiği 1908 yılından itibaren, devlet yönetiminde etkili ve 1913'ten itibaren de tek yetkili olan İttihatçılar; tecrübesizlikleri ve maceracılıkları nedeniyle, coğrafyamızın, bugünkü kaotik şekillenmesinin en büyük sorumluları olmuşlardır. Ne yazık ki, devlet yönetimindeki zaaflar, Atatürk'ten sonra da devam etmiş ve neredeyse, II. Dünya Harbi'ne girmemize ramak kalmıştır!
Devlet yönetimindeki zaaflar günümüzde de devam etmektedir! Bu bakımdan, Atatürk'ün, kendisinden sonra geleceklere bir uyarı niteliğindeki şu konuşmasını tekrar hatırlatalım:
“1.İmparatorluğun siyasî bünyesi iflâs etmiş olmakla beraber, vaktiyle hüküm sürdüğü yerlerdeki müşterek ekonomik şartlar ve menfaatler mevcut olmakta devam etmektedir.
2. İmparatorluğun enkazı üzerinde kurulmuş bulunan bağımsız devletlerin kaderleri her bakımdan aynıdır.
3. Buralarda yaşayan, başka ırklara mensup olan milletlerin bile mizaçları, yaşayış tarzları, âdetleri, itiyatları yekdiğerinden hemen hemen farksızdır; dilleri de birbirine karışmıştır.
4. Yüzyıllar boyunca vatandaş olarak yan yana yaşamış olan bu milletler arasında, elbette ki, umumî ve ferdî birçok dostluk bağları vücut bulmuştur ve bazı nahoş olaylara rağmen bu bağlar henüz gevşememiştir.
5. Coğrafî, siyasî, iktisadî sebeplerle beraber mevcudiyetlerini her türlü tecavüzlere karşı koruma ihtiyacı kendilerinin ittifak, hattâ ittihat (birlik) hâlinde yaşamalarını âmirdir. Bu, umumî dünya sulhu için de lüzumludur ve üzerinde soğukkanlılık, şuur ve samimiyetle çalışılırsa pekâlâ mümkündür de.
Binaenaleyh, bu milletler, düşürüldükleri gaflet çukurundan bir an evvel kurtulmaya çalışmalı, aralarında mevcut olup, bazı emperyalist devletler tarafından mütemadiyen körüklenmekte bulunan arazî kavgaları ile diğer anlaşmazlıkları ortadan kaldırmalı, müsavi şartlarda -az zamanda konfederasyonlara doğru gidecek olan- kuvvetli- bir 'Birlikler manzumesi' kurmalı, bu gaye için diğer komşu milletlerle de anlaşmak çarelerini aramalıydılar. Ancak bu yoldan, hep beraber, güvenlik ve huzur içinde yaşamalarını sağlayabilirlerdi” (Hasan Rıza Soyak, “Atatürk'ten Hatıralar”, s. 500).
Atatürk bununla da yetinmemiş 1934'te Balkan Devletleri ile Balkan Paktı'nı, 1937'de de o günün bağımsız Müslüman Devletleri olan İran, Irak ve Afganistan'ın katılımıyla Sadabat Paktı'nı kurmuştur. Atatürk ve İran Şahı arasındaki dostluk, Türkiye ve İran arasında yüz yıllarca süren mezhep çatışmasını ve iki ülkenin de, büyük güç kaybetmesine sebep olan, tarihî düşmanlığı da ortadan kaldırmıştır.
Türkiye, İngiliz Manda yönetimi altında olan Mısır'la da dostluk ilişkileri kurmuştur.
Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Sünnî ve Şiî mezhepleri arasında yakınlaşmayı sağlamak için, Tahran ve Kahire Sarayları arasında, Kral Faruk ve Fevziye evlenmesinin gerçekleştirilmesinde rol oynamıştır (Avcıoğlu, “Millî Kurtuluş Tarihi”, s. 1470).
Tabiî bu arada, Atatürk'ün, Sovyet Rusya ile kurduğu dostluk ilişkilerini de unutmamak gerekir. Türkiye bu suretle, jeopolitik çıkarlarının gereğini en doğru bir şekilde yerine getirmişti. İşte Atatürk'ün bıraktığı tablo buydu!
Atatürk'ten sonrasını da, önceki yazılarımızda açıklamaya çalıştık. Ancak ne yazık ki, bugün, aydınlarımızın ve siyasetçilerimizin büyük bir çoğunluğu bunlardan habersizdir. Zaten bizim temel meselemiz, siyasetçilerin ve aydınların Millî Tarih şuûru eksikliği değil midir?
Geçenlerde milliyetçi bir yazarımız şu yaygın iddiayı dile getirmişti: '4-11 Şubat 1945 tarihlerinde, Kırım'ın Yalta şehrinde yapılan Amerika, İngiltere ve Rusya'nın katıldığı bu toplantıda (Yalta Konferansı diye anılır), savaş sonrası, Avrupa'sının nüfûz alanlarına ayrılması görüşülmüş ve Türkiye'nin, Amerikan nüfûz alanına bırakılması kabul edilmiş!'
Buna katılmamız mümkün değil. Türkiye, Yalta anlaşmasıyla, Amerikan nüfûz alanına bırakılmışsa, o zaman Sovyet Tehditleri ne oluyor? Öyle ya, Rusya ve Amerika Türkiye konusunda anlaşmışlarsa, Sovyet Rusya Türkiye'den niye bir takım taleplerde bulunuyor?
Ve yine soralım: Türkiye Amerika'nın nüfûz alanına bırakılmışsa, NATO'ya girmemize, başlangıçta Amerika ve İngiltere niçin karşı çıktılar?
İsmet Paşa yönetimi 1949 yılında NATO'ya başvurmuş fakat bu başvurumuz reddedilmişti. NATO'ya ancak, Demokrat Parti'nin üçüncü başvurusundan sonra, 1951 yılı Eylül ayında kabul edildiğimizi hatırlatalım !
'Yalta Toplantısı'nda Türkiye Amerikan nüfûz bölgesine bırakıldı' iddiasının hiçbir tutarlılığı yoktur. Kaldı ki, o tarihlerde, Amerika'ya yaklaşmak isteyen Türkiye, Sovyet tehditlerini Amerika'nın önüne getirerek, bunu sağlama gayreti içindeydi!
'Yalta'da Amerikan nüfûz bölgesine bırakılmamızın, bugünlere gelişimizin nedeni olarak gösterilmesi' kabul edilebilir bir görüş değildir.
Birinci Dünya Harbi'nin mağluplarından biri olan, ülkesi bir harabeye dönmüş, iki milyon evlâdını kaybetmiş, orduları dağıtılmış, aydınların ve milletin, yenilginin ezikliği içinde, bir direnişi hayâl bile edemedikleri bir ortamda, Mustafa Kemal Paşa'nın önderliğinde ayağa kalkarak, bir İstiklâl Harbi veren ve bunu zaferle sonuçlandıran Türkiye, kurşun atmadan Amerika'ya teslim mi olacaktı?
1918'deki 9 milyon nüfuslu Türkiye ile, 1940'ların yirmi milyonluk Türkiye'sini kıyaslayınız!
Bütün mesele, ülkeyi yönetenlerin “Millî Duruş” sahibi olmaları ya da olmamalarıdır. 1918'deki Millî Duruş 1940'larda da olsaydı, her şey çok farklı olurdu.
1918'deki perişan hâline rağmen, İstiklâli için savaşan; fakat 1940'larda, kendi kendine yeterli hâle gelmiş; uçak bile imal etmeye başlamış Türkiye'nin, Batı'ya teslim olmasının hiçbir izahı ve mazereti yoktur ve olamaz.
Emin Değer de, Sovyet tehdidinin abartıldığı görüşündedir. “1945-1947 yılları arasında Sovyet taleplerine tek başına karşı koyduğumuzu ve bu arada Sovyetlerin İran'daki birliklerini bile çektiğini” hatırlatan Emir Değer, Türkiye'nin ABD kampına katılmasını şu sözlerle eleştirmektedir: “Türkiye eğer, Kemalist bir bilinçle, ulusal savunma konsepti hazırlamış ve benimsemiş olsaydı. Orta Doğu'da hem emperyalist etkileri kırar, hem de saygın bir ülke olurdu. Eğer biz, bölgenin özelliği ve Türkiye'nin çıkarlarına uygun bir anlayışla tarafsız kalabilseydik, emperyalizmin Orta Doğu politikasında denge unsuru olurduk” (“Oltadaki Balık Türkiye” s. 97)!
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.