Daha Dünya Harbi'ne girmeden önce, Düyûn-i Umûmiye (Genel Borçlar İdaresi) Başkanı Sir Adam Block, Türk arkadaşlarını şu sözlerle uyarmıştı: “Almanya kazanırsa, Alman sömürgesi olacaksınız; İngiltere kazanırsa, mahvoldunuz!” Ne yazık ki, bu gerçeği gören ve gerekli uyarıları yapan Mustafa Kemal Paşa'dan başka kimse çıkmayacaktır! Bugün dahi genel kanaat, harbin dışında kalmamızın mümkün olmadığı yolundadır. Falih Rıfkı Atay, bunun mümkün olduğunu ve çok da iyi sonuçlar doğuracağını belirttikten sonra, şu çok önemli değerlendirmeyi yapar: “Daha bir iki ay beklemiş olsaydık, iki taraf da bizi el üstünde tutacaktı. Düyun-i Umumiye'yi, demiryollarını idaremize soksak büyük gelir sağlayacaktık. (…) İttihatçıların milliyetçiliği ne Ermenistan ne Kürdistan bağımsızlık veya otonomisini akla bile getirmeğe elverişli değildi. Fakat Arap memleketlerine tavizlerde bulunmağa başlamışlardı. Arapça konuşan nüfuzlu ilçe ve bucaklara Arap kaymakam ve müdür tayin etmek gibi… Öyle görünüyordu ki, Türkçülük hareketi, Osmanlı-İslâmcılık fikir akımını gevşettikçe Hicaz, Suriye ve Irak Araplığı ile Anadolu ve Trakya Türklüğü arasında bir federasyon yapmak imkânsız bir şey olmayacaktı. Türkçülerden ileri görüşlüler bu fikirde idiler. Ben, Şam'da iken, oraya gelen Mustafa Kemal'in konuşmaları üzerine işittiklerimden, onun da bu kanaate iyice meyilli olduğunu anlamıştım. (…)Harp sürdükçe, büyük devletler zayıflayacakları için, kapitülâsyonlardan ve her türlü yabancı baskı ve kontrol şartlarından kurtulacaktık. Birinci Dünya Harbi'nde, iki milyon kurban verdikten sonra dahi, Kuvay-ı Milliye ile başa çıkamayan Batılı devletler, bütün ordusu ayakta duran İmparatorluğa karşı, elbette herhangi bir harekette bulunamayacaklardı. Biz Birinci Dünya Harbi'ne hırs değil, cahillik yüzünden girmişizdir. Almanlara satılmamışızdır. İttihatçılar vatan satıcısı değillerdi. Liderlerinin hepsi parasız ve yardımsız düşman kurşunlarının altında can vermişlerdir. Fakat bir umumî dünya görüşünden, realiteleri elde tutarak ve karşılaştırarak uzun vadeli hesaplar yapmak ve hükümler çıkarmak gücünden yoksun idiler. Hiç olmazsa kendi partileri içinde serbest bir denetleme olsaydı gene de kendimizi koruyabilirdik” (“Çankaya”, s. 18,120). İttihatçılarda bu düşünce, Balkanları kaybettikten sonra gelişmiştir. Fakat ne yazık ki, harbe girilmesi ve uğradığımız ağır mağlubiyet 'her nedense kimsenin üzerinde durmadığı' bu çok önemli “Türk-Arap Federasyonu” tasavvurlarını imkânsız kılacak ve emperyalistler kendi çıkarlarına göre coğrafyamızı şekillendirecektir. Hâlbuki, harbe girilmeseydi bunu biz kendi elimizle yapacak ve Arapların, çeşitli vaatlerle, emperyalist devletlerin kucağına düşmesine mani olabilecektik; tarih çok faklı yazılabilecekti! Atatürk Sâdâbat Paktı ile, hiç olmazsa, zamanın bağımsız Müslüman devletlerini (Türkiye, İran, Irak ve Afganistan) bir araya getirmeyi başarmış fakat ölümünden sonra Atatürk'ün bu millî politikası terk edilerek, emperyalist devletlerle ittifaklar yapmak suretiyle bağımsızlığımıza en büyük darbe yine kendi ellerimizle indirilmiştir! İttihat ve Terakki Partisi üzerinde incelemeler yapan Pakistanlı Feroz Ahmad'ın bir tespiti de Falih Rıfkı'yı doğruluyor. Feroz Ahmad, “Mehmet Ali Paşa'nın torunlarından Sait Halim Paşa'nın Sadrazamlığa getirilmesi, İttihatçıların İslâmcı bir siyaset benimsemelerini ve Araplarla bir anlaşmaya varmak isteklerini yansıtmaktadır” değerlendirmesini yapıyor (“İttihat ve Terakki”, s. 208). Yine Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki'nin 1913 yılı Eylül ayında yapılan beşinci kongresinde, Cemiyet'in programında yapılan değişiklikle, 'Cemiyet'in, Prens Sabahattin'in ve itilâfçıların tasarılarını andıran yarı-federal, çok uluslu bir çerçeve gerçekleştirmeyi amaçladığı' üzerinde duruyor (“İttihat ve Terakki”, s. 210). Falih Rıfkı Atay'ın, Enver Paşa'nın ruhî yapısı hakkında naklettiği bir hadise insanı şaşırtıyor. “Harbin sonlarına doğru İttihat ve Terakki ileri gelenleri de, umut keserek bir barış denemesinde bulunmak isterler. Fakat Enver Paşa ile bu konuda konuşmak ihtimali yoktur. Atatürk'ün Umumî Kâtibi Hasan Rıza Soyak'ın babası, Üsküp'ten, 1908 ihtilâlinden önce Enver Paşa ile tanışmaktadır. Ona giderler; meselenin ne olduğunu anlatırlar ve 'Enver Paşa'ya ancak sen söz anlatabilirsin' derler. Soyak'ın babası Enver Paşa'yı ziyarete gider. Paşa onu yemeğe alıkoyar. Yemekten sonra uzun uzun durumu anlatır. Enver Paşa ona cevap olarak şunları söyler: “Vah vah, seni de zehirlemişler. Ben Cenab-ı Hak tarafından Türk Milleti'ni kurtarmak ve yükseltmek için müekkelim (vekil edilmişim). Onun için hiç üzülme. Rahat uyu.” Akşam eve döndükten sonra, babası Hasan Rıza Soyak'a şu sözleri söyler: “Hani, 'Harbiye Nazırı, Başkumandan, damat olmasa', Enver'in yeri tımarhanedir” (“Çankaya”, s. 113, 114)! Koca Osmanlı İmparatorluğu'nun kaderi işte bu ruh yapısına sahip bir insanın eline terk edilmişti! Doğan Avcıoğlu, İttihatçı liderlerin aymazlığına ilişkin şu tespiti yapıyor: “Talât ve Enver gibi, duruma egemen olan İttihatçı liderler, Rusya'ya saldırmaya, Rus ve İngiliz İmparatorluklarında İslâm ihtilâlleri körüklemeye en az Almanlar kadar isteklidirler, yani savaşa girmeye kararlıdırlar. Yalnız, başlangıçta, Bulgaristan'ın ittifakını sağlamak ve iyice hazırlanmak için, savaşa 1915 baharında girilmesi düşünülmektedir. Fakat savaşın çok çabuk biteceği zannedildiğinden ve yağmadan istenen payı alabilmek için, Kafkasya ve hattâ Mısır'ın işgali gerektiğine inanan Enver Paşa, çabuk fikir değiştirir ve bir an önce savaşa girilmesinden yana olur. Bunun için de, Alman Amirali Souchon'dan, Rus limanlarının bombalanması istenir fakat Alman Amirali olumsuz bir sonuçtan çekinerek Enver Paşa'dan yazılı emir ister. Enver Paşa da bu yazılı emri verir (Avcıoğlu, “Millî Kurtuluş Tarihi”, s. 923)! Hâlbuki, tarih kitaplarımızda, 'Almanlar Osmanlı Devleti'ni bir oldubitti ile harbe sokmak istediklerinden, Goben (Yavuz) ve Breslau (Midilli) isimli Alman savaş gemilerinin Rus limanlarını bombalaması sonucu, Osmanlı'nın bir emri vaki ile harbe katıldığı' yazılıdır! 2. Meşrutiyetin ilânı, demokrasi tarihimizin en önemli olaylarından biri olarak değerlendirilir fakat yol açtığı sonuçlar üzerinde hiç durulmaz! Hâlbuki Meşrutiyet'ten sonra yaşananlara bakıldığında 'keşke olmasaydı' dedirtecek hadiseler yaşanmıştır. İttihatçıların orduyu siyasete bulaştırmaları yüzünden Balkan Harbi'nde büyük bir hezimete uğradık ve Balkanlar tümüyle elimizden çıktı. I. Dünya Harbi'ne girilmesi daha da büyük bir felâketi yaşamamıza sebep oldu. İmparatorluk elden gitti; 2 milyonun üzerinde vatan evlâdını cephelerde ve açlıktan kaybettik! Evet, İttihatçıların hepsi vatansever insanlardı fakat bu onların sorumluluklarını ortadan kaldırmaz. 2. Meşrutiyet bize bir imparatorluğa mal olan süreci başlattı. Nedense bu konu üzerinde hiç durulmaz! Makaleyi Paylaş Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş
Makale Yazısı-
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.