“Ülkesini, yüksek istikbâlini korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır” diyen Atatürk, dilimizin gelişmesi için 1932 yılında Türk Dili Tetkik Cemiyeti'ni kurmuştur. Ne var ki, bütün devrimlerin ilk yıllarında bazı aşırılıklar olması tabiîdir. Bu bizde de olmuştur. Nitekim, Cumhuriyetin ilk yıllarında Öztürkçecilik işine girişilmiş fakat bunda aşırıya gidildiği bizzat Atatürk tarafından itiraf edilmiştir.
Atatürk zamanında dil konusunda söz konusu olan bazı aşırılıkları, bir millî heyecanın tezahürleri olarak değerlendirmek gerekir. “Türk demek Türkçe demek! Ne Mutlu Türk'üm diyene!” sözleriyle, dilin bir milletin varlığı bakımından önemine işaret eden yüce Atatürk, herhâlde Millî Kimliğimizin en temel aracı olan Türkçenin yabancı diller boyunduruğundan kurtarılmasını ve böylelikle Millî Kimliğin gelişmesini amaçlamaktaydı. Bu konuda ilk zamanların heyecanı ile bazı yanlışlar yapılmıştır. Fakat bu konuda izlenmesi gereken yolu işaret eden de, yine bizzat Atatürk'tür. Dil çalışmaları sırasında bir gece Çankaya'da kendisine sunulan bir listeyi okuyan Atatürk şunları söyler: “Yeni Türkçe kelimeler teklif edebiliriz. Bu yönde ısrarla çalışmalıyız. Fakat Türk dilinin yapısını zorlamak olmaz. Bu bünye meselesini, Türk dilinin olgunlaşma seyrine bırakmalıyız. Birkaç gün önce Ahmet Cevat Bey'e söyledim. Ketebe, yektübü Arabındır; kâtip, kitap, mektup Türk'ündür (Y. Koç, A. Koç, “Belgelerle Mustafa Kemâl Atatürk”, s. 153).
Dilde aşırıya gidilmemesi bizzat Atatürk'ün vasiye-tidir. İlk başlarda 'Dünya' kelimesi yerine 'Acun' kelimesi önerilmiş fakat bu kelime kısa ömürlü olmuş; yeniden 'Dünya' kelimesine dönülmüştür. Millete 'Ulus' denmiş; fakat Atatürk 10. Yıl nutkunda, 'Ulus' kelimesini kullan-mamış 'Türk Milleti' demiştir! Atatürk, 'Kâtip' bizimdir dediği hâlde, bu köklü kelimenin yerine Batı dillerinden alınan 'Sekreter' kelimesi dilimize sokulmuştur! Dildeki bu tasfiyecilik gereksiz bir çatışmayı da körüklemiş; dilimize yerleşmiş Arapça ve Farsça kelimelere savaş açanlar 'İlerici', bunların kullanılmasını savunanlar 'Gerici' olarak etiketlenmiştir. Hâlbuki, Osmanlı'nın yönettiği birçok ülkede bugün bile birçok Türkçe kelime kullanılmakta; o ülkelerin aydınları bu kelimeleri değiştirmeyi asla düşünmemektedirler! Gençliğimizde biz de, o 'İlerici' grubuna dahildik! Ancak bugün, Harf Devrimini doğru bulmakla birlikte, Atatürk'ten sonra hız kazanan dilde tasfiyeciliğe varan uygulamaların bir 'Kültür Operasyonu' olduğuna dair kuşkularımız olduğunu belirtmeliyiz.
Prof. Bülent Tanör'un, alfabe değişikliği konusundaki şu değerlendirmesi de dikkatle okunmalıdır: “Türkçe, sesliler bakımından çok zengin, Arap alfabesi ise yoksuldu. Yazı bilgilenmek için öğrenilirken, Arap harfleri ancak bilgilendikten sonra (kelimeyi tanıyınca) öğrenilebiliyordu. Üstelik o da tam değil. 1862'de Maarif Nâzırı Münif Paşa bir konferansında, aynı kelimenin altı değişik şekilde okunabileceğini örnek göstermişti (körük, kürek, kürk, gevrek, görün, körün). Arap harflerine göre matbaada yazı dizebilmek için de 600'den fazla şekil (hurufat) gerekiyordu. Bu durumda, Lâtin harflerinin kabulü yalnız aristokratik bir dilin kırılması ve halkla aydınların arasının bulunması bakımından değil, ulusal dilin gelişimi bakımından da büyük bir devrim oldu. 1729-1928 arasında, iki yüz yılda basılan 30 bin kitap sayısının, sadece 16 yılda yakalanmış olması da bunu gösterir” (“Kuruluş”, s. 87).
Evet, gerçek budur. Fakat, yanlış olan, Atatürk'ü hiç anlamayan, Pozitivizmin etkisine giren Batıcı 'Atatürkçülerin' İslâm kültürüne sırtlarını dönerek, Türkçeyi bir yabancı diller bahçesi durumuna getirmeleridir. Bugün bile genel anlayış, Batı dillerine hayranlık; Arapça ve Farsçaya düşmanlıktır! Hâlbuki, gençlerimize Arapça ve Farsçanın yanında Rusça da öğrenilmelidir. Çünkü bu dilleri konuşan devletler bizim yakın komşularımızdır. Biz her şeyden önce bu milletlerle ticaretimizi geliştirmeliyiz. Lâtin harflerinin kabulünün çok yerinde bir karar olduğu muhakkaktır fakat eski yazının ve Osmanlıcanın, isteğe bağlı olarak okullarda öğretilme-mesi büyük bir eksiklik olmuştur. Bugün bunun, geçmi-şimizle nasıl bir kültürel kopukluk ve boşluk yarattığı meydandadır. Türk Dil Kurumu'nun, kelimelerin sonun-daki 'd'lerin 't' olarak yazılması kararının da doğru olmadığı kanaatindeyiz. Bu uygulama, dilimize yeni giren kavramlar için önerilecek kelimelerde yapılabilirdi. Fakat milletimizin yüzyıllardır kullandığı bazı Arapça ve Farsça isimlerin sonundaki 'd' lerin 't' yapılması bu isimleri an-lamsızlaştırmıştır. Meselâ Necmeddin, dinin yıldızı demektir. Fakat Necmettin'in hiçbir anlamı yoktur. Buna birçok örnek verebiliriz. Türkçenin büyük ses uyumu gerekçe gösterilerek meselâ 'Kemal' ismi 'Kamal' olarak yazılmış; Atatürk de, bir süre imzasını 'Kamal' olarak atmıştır. Bunun nedenini bilmeyenler, 'Kamal' ismine başka anlamlar yüklemişlerdir. Dil Kurumu'nun bir başka yanlışı da, bazı kelimeleri yumuşatmak için kullanılan '^' sembolü ile gösterilen 'şapka'nın kullanılmamasıdır. Bu da (Hala-Hâlâ); (Kar- (Kâr) gibi yanlış okumalara sebep olmaktadır. 'Katil' kelimesinin doğru okunması için araya bir 'ğ' konularak 'kağtil' olarak yazılması daha doğru olmaz mıydı? Dilcilerimiz bunların üzerinde biraz kafa yormalıdır.
Diğer taraftan, Atatürk'ün uyarısına rağmen, sonraki yıllarda dilimize yerleşmiş birçok Arapça ve Farsça kelimelerin yerine, Batı dillerinden kelimeler konulmuş ya da, uydurukça kelimeler üretilmiştir. Meselâ Arapça 'Mülâkat' kelimesi atılmış ve yerine Fransızca 'röportaj' kelimesi getirilmiştir. Bu kelime genellikle hep 'ropörtaj' olarak yazılır! 'İhtimal' yerine 'olasılık', 'imkân' yerine 'olanak' önerilmiştir. Bunlar yapılırken, dilimizi yabancı kelimelerin istilâsına göz yumulmuştur! Sel-Sal ekleri bir başka saçmalıktır. Kumluk 'kumsal' olmuş fakat 'kayalık' olduğu gibi kalmıştır! Hâlbuki, dilimize yerleşmiş ve benimsenmiş kelimelere dokunulmayıp, dilimize yeni giren kavramlara Türkçe karşılıklar bulunmalıydı. Meselâ 'Kompütere' 'Bilgisayar' karşılığının bulunması gibi.
Kanaatimizce, Harf Devrimi konusunda asıl konuşulması gerekenler bunlardır.
Millî kimlik ancak Millî Eğitimle gerçekleşir. Biz bunu çok acı tecrübelerle öğrenmiş bir milletiz. Atatürk'ün Eğitim Devrimi ve eğitime, “Millî Eğitim” ismini vermesi bu bakımdan çok anlamlıdır. Bugün, Eğitim Birliğini yok ederek, çocuklarımızı cahil bırakan; bu suretle, ülkemizin Batı emperyalizminin hâkimiyeti altına girmesine sebep olan medrese benzeri eğitim kurumlarını yeniden diriltmeye çalışmak, çocuklarımızı, Cumhuriyetin önemini idrak edemeyen birtakım sözde dinî vakıf, tarikat ve cemaatlerin eline bırakmak tarihten hiç ders alınmadığını göstermektedir. Bugün yaşa-dığımız bu savrulmaların sebebi, Cumhuriyetin Millî Eğitim siyasetinin öneminin idrak edilemeyerek, Batı taklidi ya da Osmanlı taklidi eğitim kurumlarıyla, yeniden Cumhuriyet öncesine dönülmüş olmasıdır. Dünyanın en başarılı yüz üniversitesi içerisinde bir tek Türk üniversitesinin bulunmaması düşündürücü değil midir?
MATBAANIN AÇILMASINI DİN ADAMLARI ENGELLEMEDİ
Bir başka bilgisizliğimiz de, din adamlarının karşı çıkmaları yüzünden matbaanın yüzyıllarca ülkemize sokulmadığına inanılmasıdır. Bu kesinlikle doğru değildir. Prof. Niyazi Berkes'in belirttiğine göre, ulemadan matbaanın kurulmasına bir tepki geldiğine dair hiçbir kayıt yoktur. Matbaanın açılmasına dair fetvayı Şeyhülislâm Abdullah Efendi hemen vermiş; matbaa açıldıktan sonra Abdullah Efendi, İbrahim Müteferri-ka'ya basılmasını gerekli saydığı iki kitabı da salık vermiştir. Yalnız bu fetvada ve fermanda din bilimleri dışındaki kitapların basılacağından söz edilmektedir. Nitekim ilk basılan kitaplar dil, tarih, coğrafya, müspet bilimler, askerlik konularında olmuştur. Ne var ki, o zamanki devlet geleneğine uygun olarak kitap basma işi bir gedik olarak veril-miş, bu hak, bir mülk olarak sahibinin mirasçısına geçen bir hak olduğundan gerekli rekabet ortamı doğmamıştır. Ayrıca, yine Berkes'in belirttiğine göre, kağıt üretiminin yetersizliği, basılan kitap fiyatlarının yüksekliği ve talep yetersizliği de matbaanın gelişmesini önleyen önemli etkenler olmuştur (“Türkiye'de Çağdaşlaşma”, s. 50, 58).
Niyazi Berkes'in, Rusya'da matbaanın 1711'de, yani bizden sadece 18 yıl önce Petro zamanında açıldığını belirttiğini de not edelim (Age. s. 558)!
Osmanlı'nın birçok bakımdan geri kaldığı bir gerçektir. Ancak, son dönem Osmanlı padişahları ve bilhassa, Abdülmecid, Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid döneminde eğitime büyük önem verildiği de bilinmelidir.
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.