Yandaş televizyonların birinde, 'Ergenekon terör örgütü' davasının tartışıldığı bir programı seyrediyoruz. 'Hukukçu' diye takdim edilen bir katılımcının, 'Ergenekon Vesayetini' 100 yıl önceye dayandırdığına şahit olduk! Verdiği tarih 1913 ki, bu tarih İttihat ve Terakki Partisi'nin, Babıâli baskınıyla iktidarı tam olarak ele geçirdiği tarihtir. Kendi kafalarının karışıklığı yetmezmiş gibi, bir de vatandaşın kafasını iyice karıştırıyorlar. İster istemez aklımıza Sakallı Celâl'in “Bu kadar cehalet tahsil ile olur” sözü geliyor. Bunu, ya bir şey bilmediklerinden, ya da kasıtlı yapıyorlar. Acaba 'Ergenekon Vesayeti' ile Teşkilât-ı Mahsusa'yı kast ediyor olabilirler mi? Eğer öyle ise, bilindiği gibi, 1926 İzmir Suikastından sonra İttihatçılar tamamen tasfiye edilmişlerdir. Atatürk'ün sağlığında, Anayasal organların üstünde bir vesayet kurumu olmamıştır. Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk bile olağanüstü yetkilere sahip değildi. 'Tek Parti Diktatörlüğü' diye eleştirilen Atatürk döneminin yargısı ve hattâ İsmet Paşa döneminin yargısı bile, Çok Partili Hayatın bütün dönemlerinden çok daha bağımsızdı. Acı olan, bu köksüz tartışmalarla, asıl vesayetin; 'emperyalist bloğun, Atatürk'ün ölümünden sonra bu ülkede aşama aşama gerçekleştirdiği ve bugünkü vahim boyutlara ulaşan derin vesayetinin', bilerek ya da bilmeyerek perdelenmekte olmasıdır. Bu tür programlara neden sayın Sami Selçuk gibi, tarafsız, saygın hukuk adamları çıkarılmaz da, iddianameleri dahi okumayan, önyargılı, milleti daha da ayrıştırmaya hizmet eden sözde hukukçular çıkarılır? Cevabını yine biz verelim: Varlıklarını ve sömürülerini sürdürebilmeleri milletin karanlıkta kalmasına bağlı da, onun için! Ülke bir eğik zeminde, bu emperyalist odakların kurguladığı bir felâkete doğru sürüklenirken, tüm vatanseverlerin, eskinin Sağ-Sol ayrışmasının cenderesinden kurtularak, millî bir mutabakata varmaları hayatî bir önem taşımaktadır. Fakat bu mutabakat, ancak güçlü bir tarih şuûruna dayanırsa etkili olabilir. Ne yazık ki, bugün hâlâ, vatanseverliklerinden aslâ şüphe etmediğimiz siyasetçi ve aydınların bir bölümü, Demokrasi ve Hürriyet mücadelesini Meşrutiyet'e kadar dayandırıyorlar ve tabiî olarak daha işin başında bir bölünme, bir ayrışma da kaçınılmaz oluyor. Çünkü bu ülkenin vatansever siyasetçi ve aydınlarının önemli bir bölümü de Sultan II. Abdülhamid'in 'Müstebit' olarak karalanmasından rahatsızlık duyuyor! Tarihimize bakıştaki bu önemli yorum farklılıkları güçlü bir Millî Cephe'nin oluşmasını da engelliyor. Solun en saygın isimlerinden biri olan Doğan Avcıoğlu'nun, 1960'ların sonlarında yayınlanan “Türkiye'nin Düzeni” isimli eserinde, II. Abdülhamid hakkındaki tespitleri hep olumsuz örneklere dayalıdır (1969, ikinci basım s. 100). Fakat 1974 yılında yayınlanan “Millî Kurtuluş Tarihi” isimli eserinde II. Abdülhamid'in dış politikası övülür(S. 1080, 1589)! Prof. Niyazi Berkes'in “Türkiye'de Çağdaşlaşma” isimli eserinde II. Abdülhamid hakkında yaptığı tespitler ezber bozacak niteliktedir. Fakat önyargılar o kadar güçlü ki, bu önemli tespitler bile düşünceleri değiştirmeye yetmiyor. Geçenlerde, bir tartışma programında dinlediğimiz, yakın tarihimiz hakkında kitapları da olan bir ismin, Atatürk'ün İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne üye olmadığı iddiasına şahit olduk! Hâlbuki, Şevket Süreyya Aydemir, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin, Selânik'te 1909 yılının yaz aylarında yapılan ikinci kongresine Mustafa Kemal'in, Trablusgarp murahhası olarak katıldığını, başkanlık divanında üye olarak bulunduğunu, o kongrede Genel Sekreterliğe seçilen Tevfik Rüştü Aras'a atfen yazar. Şevket Süreyya, Atatürk'ün bu kongrede şu beş ana nokta üzerinde durduğunu söyler: 1.Cemiyetin bir siyasî parti haline getirilmesi, 2. Ordunun politikaya karışmaması, 3. Cemiyetle Masonluk arasında bir ilgi kalmaması, 4. Cemiyetin içinde eşitlik olması, 5. Hükümet işleriyle din işlerinin birbirinden ayrılması (“Tek Adam”, cilt: I, s.159). Falih Rıfkı Atay Atatürk'ün, Şam'da görevli iken kurduğu Vatan ve Hürriyet Cemiyeti ile İttihat ve Terakki'nin 27 Eylül 1907 tarihinde birleştiğini yazmaktadır (“Çankaya”, s. 47). Yine Falih Rıfkı'nın belirttiğine göre, Mustafa Kemal, daha Meşrutiyet ilân edilmeden önce, doğacak sonuçlar konusunda arkadaşlarını 'Meşrûtiyet hürriyetleri gerçekleşince, bütün milliyet davalarının ortaya çıkacağı' konusunda uyarır ve İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Meşrûtiyet yönetimi kurulduktan sonra mutlaka bir siyasî parti hâline gelmesinin ve şimdiden hazırlıklı ve programlı olmasının önemi üzerinde durur. Bu düşünceleri yüzünden, Cemiyet onun hakkında ölüm kararı almıştır! Şevket Süreyya Aydemir'in anlattığı bir hadise, İttihatçı kadronun hiçbir hazırlığı, hiçbir programı olmadığının çok hazin bir delilidir. Şevket Süreyya, Moskova'da karşılaştığı, İttihatçıların önemli isimlerinden, Dr. Nazım Bey'e, “1908 inkılâbından önce Türkiye'nin istikbâli için ne düşünürdünüz” diye sorar. Aldığı cevap şudur: “Biz, 1876 Mithat Paşa Kanûni Esasisi'nin iadesini istiyorduk!” Aydemir'in “Bu Kanûni Esasi'nin (Anayasanın) ana hatları neydi” sorusuna ise “Vallahi doğrusunu isterseniz ben bu Kanûni Esasi'yi görmedim. İçinde ne olduğunu da hiçbir zaman öğrenemedim” cevabını verecektir (“Suyu Arayan Adam”, s. 292)! Atatürk'ün, Meşrûtiyet sonrasına dair bütün öngörüleri aynen gerçekleşmiştir. Meşrûtiyet Osmanlılık şuûrunu pekiştirmemiş, aksine milliyetçilik akımlarını geliştirmiştir. Sultan II. Abdülhamid Mebusan Meclisini feshettiğinde şunları söylemiş: “Millet henüz meşrutî idareye hazır değildir. Tahsil ile aydınlanıp liyakat kesbedinceye kadar pederane bir idareye tâbi olması zarurîdir.” II. Abdülhamid'e bu yüzden 'Müstebit Padişah' derler. Şimdi, bakınız, Abdülhamid'i, ülkeye Hürriyet getirmek için iktidardan indiren İttihat Terakki'nin en yetkili isimlerinden biri olan Talât Paşa hakkında Rauf Bey (Orbay) neler söylüyor: “Bir zamanlar hürriyet uğrunda mücadele edenlerin ilk safında bulunan Talât Bey'in, sadrazam olunca 'Millet henüz meşrutî idareye hazır değildir. Memleketin selâmeti ve milletin emniyeti için münevver bir istibdat idaresi zarurîdir'” dediğini kulağımla işitmiştim (Rauf Orbay, “Siyasî Hatıralar”, s. 237)! Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun, 1927 yılında yayınlanan, Meşrûtiyeti, İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilâf Partileri arasındaki çekişmeyi, İttihat ve Terakki'nin terörünü, bu iki partinin de, memleketin hayatî meseleleri karşısındaki yetersizliklerini anlatan “Hüküm Gecesi” isimli romanı mutlaka okunmalıdır. Okuyun ve asıl müstebit olan kimmiş görün. Gazeteci Hasan Fehmi, Ahmet Samim ve Zeki Bey İttihat ve Terakki terörünün kurbanlarından sadece bazılarıdır. Meşrûtiyete ve Abdülhamid düşmanlığına dayanan bir siyasî hareketin bu ülkenin vatansever güçlerini birleştirmesi mümkün değildir. Türk Millî Devletini kurtaracak bir siyasî hareketin, sadece Mustafa Kemal Atatürk'ü bayrak yapması yeterlidir. Makaleyi Paylaş Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş
Makale Yazısı-
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.