Amerika ile kurulan bu önemli bağlantıdan sonra, sıra İngiltere ile ittifaka gelir! Tanzimat'tan beri, Batılılaşma tutkusu ile kıvranan Osmanlı aydınlarının kutbu olan İngiltere ile dostluk, devletin bekasının temel şartı olarak görülmekteydi! Jön Türkler ve ittihatçılar arasında, İngiltere hayranlığı had safhadaydı.
Tarih kitaplarımızda 'Batılılaşmanın öncü aydınları' olarak yüceltilen Jön Türklerin, hiçbir özgün düşünceleri yoktu. Sultan II. Abdülhamid'in İngiltere'ye hiç güvenmemesini, İngiliz taraftarı olmak için yeterli gören ve padişaha duydukları düşmanlık yüzünden tuhaf görüş bozukluklarına uğrayan Jön Türkler, İngiltere'yi dünyanın en medenî ülkesi zannediyorlardı. Bu körlük, akıl almaz aptallıklar yapmalarına da sebep olmuştur. Meselâ Askerî Tıbbiyeli bazı öğrenciler bir ayaklanma sırasında, ne kadar hürriyetçi olduklarını göstermek için okullarına İngiliz bayrağı çekmeye kalkışmışlardı! Bir grup Jön Türk ise, II. Meşrûtiyet'in ilânından sonra İstanbul'a gelen İngiliz elçisinin arabasındaki atları çözüp, arabayı kendileri çekmişlerdi (Beşir Ayvazoğlu, Tercüman, 7.05.2006)!
İngilizler, Güney Afrika'da Boer'lere saldırdığında, Tevfik Fikret'in, Sami Paşazade Sezai ve Recaizade Mahmut Ekrem ile birlikte, İngiliz Sefaretine bir mektup yazarak, İngiltere'yi desteklediklerini de belirtelim (Prof. İskender Öksüz'den nakleden, Arslan Tekin, Yeniçağ gazetesi, 8.08.2011)!
Savaşa gönüllü olarak katılmaya hazır olduklarını bildiren bu mektubu imzalayan aydınlardan biri de, Peyami Safa'nın babası şair İsmail Safa'dır. İsmail Safa bu yüzden Sivas'a sürgüne gönderilir. Abdülhamid'in sürgüne gönderdiklerini mağdur etmedikleri bilinir. Bu sürgünde, İsmail Safa'ya da 2500 kuruş maaş bağlanır. Peyami Safa'nın Abdülhamid'e düşmanlığının sebebi babasının sürgünde iken Sivas'ta ölmesidir.
Evet, Osmanlı aydınları, sömürgeleştirdiği mazlum milletlerin, yüzlerce yıl kanını bir sülük gibi emen ve günümüzde bile, bu eski sömürgelerindeki hâkimiyetini çeşitli şekillerde sürdüren emperyalist İngiltere'ye hayrandılar! İstiklâl Harbi sırasında bile, başta Ali Fuat Paşa olmak üzere, birçok komutanımızın, Türkleri Anadolu'dan da sürmekte kararlı olan İngilizlerle işbirliği imkânlarını aradıklarını biliyoruz. Bu derin gaflet sebebiyle, İstiklâl Harbi'nin başlangıcında bazı komutanlar İngilizlerin, Kafkaslarda bağımsız devletlerin kurulması ile (Kafkas Seddi), Millî Kurtuluş Hareketini Sovyet desteğinden tecrit etmek plânına da âlet olacaklar ancak bu plân, İstiklâl Harbimizin başarısının, ancak sırtımızı Sovyet Rusya'ya dayamakla mümkün olacağına inanan Atatürk tarafından bozulacaktır. Atatürk, komutanlara çektiği telgraflarla, Rusya ile aramıza girecek olan bu devletlerle, Anadolu'daki Millî kurtuluş hareketinin boğulmak istendiğini bildirir ve bu tertiplere karşı onları uyarır. Ne var ki, Batı aşkı, O'nun ölümünden sonra yeniden alevlenecektir. Amerika ile işbirliği ve İngiltere ile ittifak işte bu zihniyetin ürünüdür.
Atatürk, 1932 yılında General McArthur ile yaptığı bir sohbette, gelecek için, şu olağanüstü tahminlerde bulunmuştu: “Versailles (Versay) antlaşması Birinci Dünya Harbi'ni doğuran etkenlerden hiçbirini ortadan kaldırmadığı gibi, tersine olarak, dünün başlıca rakipleri arasındaki uçurumu büsbütün derinleştirmiştir çünkü, yenen devletler, yenilenlere karşı taleplerini zorla kabul ettirirlerken, o memleketlerin etnik, jeopolitik ve ekonomik özelliklerini hiç göz önüne almamışlardır ve yalnız düşmanlık duygularından esinlenmişlerdir. Böylelikle; bugün içinde yaşadığımız barış dönemi, sadece bir mütarekeden ibaret kalmıştır. Bence, dün olduğu gibi yarın da, Avrupa'nın mukadderatı, Almanya'nın alacağı vaziyete bağlı bulunacaktır.”
Bu tespitten sonra Atatürk, Almanya'nın İngiltere ve Rusya'nın dışındaki bütün Avrupa'yı işgal edebilecek bir orduyu kısa zamanda kurabileceğini, buna karşılık Fransa'nın kuvvetli bir ordu yaratmak yeteneğini yitirdiğini, bu yüzden İngiltere'nin kendi savunmasında artık Fransa'ya güvenemeyeceğini belirtir. Atatürk'e göre, Amerika'nın savaşa katılmasıyla Almanya yenilecektir. Savaş dışı kalabildiği taktirde, Mussolini'nin barış masasında başlıca rollerden birini oynayabileceğini ancak, Mussolini'nin kendini Sezar rolü oynamaktan kurtaramayarak, İtalya'nın askerî bir güç yaratmaktan çok uzak olduğunu göstereceğini belirtir. Atatürk bu savaşın başlıca galibinin sadece Bolşevizm olacağını müthiş bir öngörü ile vurgular” (Mahmut Goloğlu, “Millî Şef Dönemi”, s. 35, 36).
Şevket Süreyya Aydemir de bu konuda şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Atatürk, bu gelecek harbi hasta yatağında, kendini ziyaret eden Ali Fuat Cebesoy'a, yarını o günden görmüş gibi haber vermiştir. Kaldı ki, Atatürk, bu patlayacak İkinci Dünya Harbi'nin oluş şartlarını ve sonucunu daha l932'de Ankara'yı ziyaret eden ünlü Amerikan Generali McArthur'a sanki gaipten haber verir gibi aynen nakletmiştir” (İhtilâlin Mantığı, s. 178).
Atatürk, 1938 yılında, kendisini ziyaret eden Ali Fuat Paşa'ya âdeta kehanet gibi bir değerlendirme yapar. Cebesoy'a göre, Atatürk kendisine şunları söylemiştir: “Fuat Paşa, pek yakında dünya durumu mütareke yıllarından daha çok ciddî olacak ve karışacaktır. Avrupa'da birkaç maceracı, Almanya ve İtalya'nın başında zorla bulunuyorlar. Karşı karşıya geldikleri zayıf devlet adamlarının aczinden cüret alıyorlar. Bunlar, bugün dünyayı kana boyamaktan çekinmeyeceklerdir. Eski dostumuz Rus Sovyet Hükümeti, âcizlerle (İngiltere, Fransa) maceracıların (Hitler ve Mussolini) yanlış hareketlerinden yararlanmasını bilecektir. İşte bu dönem sırasında doğru hareket etmesini bilmeyip, en küçük bir hata yapmamız hâlinde, başımıza Mütareke yıllarından daha çok felâketler gelmesi mümkündür. Bu ikinci umumî harp beni yataktan kımıldayamayacak hâlde yakalayacak olursa memleketin hâli ne olacaktır? Ben, devlet işlerine mutlaka müdahale edecek bir duruma gelmeliyim” (Kinross, “Atatürk”, s. 747, Doğan Avcıoğlu, “Millî Kurtuluş Tarihi”, s. 1478).
Yakup Kadri Karaosmanoğlu da bu konuda şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Atatürk aynı zamanda, yeni bir dünya savaşını önlemek için kurulan Milletler Cemiyeti'nin yüklendiği insanlık misyonunu yerine getireceğine inanmıyordu çünkü sözü geçen barış anlaşmaları nasıl iyi niyetten uzak ve öç almak hıncına dayanır birer dikta vesikası ise, Milletler Cemiyeti'nin de, emperyalist devletlerin menfaatlerini korumaya yarar bir politik müessese olduğu görüşünde idi (“Atatürk”, s. 133).
Zekeriya Sertel de, Celâl Bayar ve Tevfik Rüştü Aras'ı kaynak göstererek, son günlerinde Atatürk'ün şöyle dediğini yazmaktadır: “Sovyetler Birliği'ne karşı aslâ bir saldırı politikası gütmeyeceksiniz. Doğrudan doğruya, ya da dolaylı olarak Sovyetlere yöneltilmiş herhangi bir antlaşmaya girmeyecek ve böyle bir anlaşmaya imza koymayacaksınız” (Avcıoğlu, “Millî Kurtuluş Tarihi”, s. 1478).
Ne yazık ki, Büyük Önder'in çok zamansız bir şekilde aramızdan ayrılmasından sonra, önce İngiltere'nin sonra da, Amerika'nın koruyuculuğu kurtuluş olarak görülecektir! Eğer Atatürk bir on yıl daha yaşamış olsaydı, Türkiye'nin, bu coğrafyanın ve Avrupa'nın en güçlü devletlerinden biri olacağı muhakkaktı. Bugün, Küresel Kapitalizmin hâkimiyeti altında kıvranmamızın, yaşadığımız coğrafyanın ABD emperyalizminin bu kadar tasallutuna açık bir duruma gelmesinin temel sebebi Atatürk'ten sonra takip edilen Batı yanlısı politikadır.
Atatürk'ün, çok yakında çıkacağını muhakkak gördüğü II. Dünya Harbi öncesinde İngiltere, tarafsız Türkiye'yle ittifak kurmak peşindedir! İngiltere Dışişleri Bakanı konuyu Londra Büyükelçimiz Tevfik Rüştü Aras'a açar. Aras bu ittifaka karşı çıkar.
Almanya Dışişleri Bakanı Ribbentorp, Dışişleri Bakanımız Şükrü Saracoğlu'dan tarafsızlığımızı sürdürmemizi ister. Büyükelçi von Papen 27 Nisan 1939'da Saracoğlu'na şu uyarıyı yapar: “Türkiye'nin tarafsız kalmasını kabul edebiliriz. Bu yüzden, Türkiye'ye askerî bakımdan yardım etmeye hazırız. Ancak Türkiye, tarafsızlıktan ayrılma politikası güderse, bu, fena sonuçlar doğurabilir” (Avcıoğlu, age. s.1482). ./…
TAMPON BÖLGE DE NE OLUYOR?
'Aslında bunu 2013'te biz Amerika'ya önermiştik' diyerek durumu kurtarmak isteyen iktidar, Tampon Bölge'nin Suriye'nin, Irak gibi bölünmesi demek olduğunu görmüyor mu? İktidarda böyle bir anlayışın devamı maazallah Türkiye'yi felâkete götürür. Yapılması gereken, Suriye Devlet Başkanı'nı 'ESED' diyerek aşağılamaktan vazgeçerek, önce özür dileyip, sonra da el sıkışmaktır. İktidar, Amerika'nın bu coğrafyadan def olup gitmesini istiyorsa yapması gereken budur. Bu konuda artık muhalefet de sesini yükseltmelidir.
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.