1908 yılında Sultan II. Abdülhamid'e Meşrûtiyet'i ilân ettiren, 1909 31 Mart İrtica Hareketini bahane ederek, Abdülhamid'i tahttan indiren ve 1913 yılında mutlak iktidarı ele geçiren İttihatçıların, tecrübesizlikleri nedeniyle devlet yönetiminde yaşanan derin zaaf, telâfisi mümkün olmayan vahim sonuçlara yol açmıştır.
II. Meşrûtiyet'in ilânı, bir 'DEVRİM' olarak kabul edilir. Hâlbuki, II. Meşrûtiyet'in ilânı Osmanlı İmparatorluğu için sonun başlangıcıdır! Şevket Süreyya Aydemir bu konuda, nedense pek dikkatleri çekmeyen şu önemli tespitleri yapar: “1908 İhtilâli bir inkılâp değildi. Bu ihtilâlin hedefi, sadece Meşrûtiyet nizamı ve dolayısıyla, çok partili bir rejimdi” (“Enver Paşa”, Cilt I, s. 277)!
Şevket Süreyya'nın, İttihat ve Terakki Cemiyeti mensupları hakkında yaptığı şu değerlendirme de, oldukça aydınlatıcıdır: “İttihat ve Terakkî ve onun gibi teşekküllerin, yurt dışında yayımlanan gazetelerdeki yazıları genellikle, umumî tenkit ve temenniler sınırını geçmez. Aynı teşekküllerin, yurttaki sosyal ve ekonomik durumlar hakkında yapılmış, yayımlanmış sistematik eserleri de yoktur. Avrupa'da yıllarını harcayan bunca aydın ve yarı aydının, nasıl olup da bu kadar verimsiz kalabildiklerine hayret etmemek kabil değildir. (…) Bu bakımdan denebilir ki, meselâ Ahmet Rıza Bey gibi, Dr. Bahattin Şakir, Dr. Nazım gibi uzun müddet Avrupa'da yaşayan ve 1908 ihtilâlinden sonra yurda dönen, ön plânda mevki alanların bu kısırlığı, 1908 İhtilâlinin de gereği gibi verimli olmamasında ve hızla bir dikta rejimine, bir siyasî otokrasiye dönmesinde önemli surette müessir olmuştur. Eğer yurt dışından dönenler, bize oradan sistematik bir yetişme ve koltuklarında değerli orijinal eserlerle dönebilselerdi, meselâ bir Talât Bey veya Enver Paşa ikilisi o kadar güçlü bir şekilde iktidara hâkim olamazlardı. (…) Genç Türklerin günlük siyasetçileri, günlük yazarları, gizli teşkilâtçıları, komitecileri, hattâ silâhşorları vardı ama, düşünürleri yoktu. Nitekim, 1860'lardan dahi alsak, 1908 hürriyet ilânına kadar olan yarım asırlık zaman içinde, İhtilâlci veya Meşrûtiyetçi cephede dünya ve memleket meselelerini, çağın akışını objektif açıdan ve fikrî değerlerini vererek izaha çalışan güçlü bir düşünürün çıkmaması bu gerçekle yorumlanabilir” (“Enver Paşa”, Cilt I, s. 290, 291).
İşte bu niteliklere sahip İttihatçı Kadro, 1908'den 1913 kadar iktidarın gizli ortağı, 1913'ten itibaren de iktidarın mutlak hâkimi olacaktı!
Padişah Abdülhamid'in tahttan indirilmesiyle, yönetimde doğan büyük otorite boşluğu, Balkan Devletleri için büyük bir fırsat yarattı. Avrupa Devletleri tarafından desteklenen Balkan Devletlerinin gözü, Osmanlı topraklarının üzerindeydi. Ne var ki, aralarındaki ihtilâfları aşarak bir türlü bir araya gelemiyorlardı. Onların, aralarındaki ihtilâfı aşmalarını bir bakıma İttihatçılar sağladılar!
3 Temmuz 1910'da Kiliseler Kanunu çıkarılarak 'ihtilâflı kilise, mektep ve mukaddes yerlerde hangi unsurun nüfusu çok ise ona aittir' esası kabul edildi. Hâlbuki, Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethettiğinde, İstanbul'daki Rum Patriği, Avrupa Türkiye'sindeki bütün reayanın hem ruhanî ve hem de cismanî reisi olarak atanmıştı. Rum kiliselerin diğer kiliselere göre elde ettikleri bu üstünlük zamanla önemli bir sorun hâline geldi. Bu sorun onların anlaşmalarının önündeki en büyük engeldi. Sultan Abdülhamid, kurnaz siyaseti ile bu birliğin sağlanmasını önlemeyi başarmaktaydı. İttihatçıların çıkardıkları Kiliseler Kanunu, bu düşmanlığı sona erdirerek; bu devletlerin Osmanlı'ya karşı birleşmelerini sağlamıştı!
Selânik'te sürgünde olan Abdülhamid bunu duyunca şunları söyleyecektir: “Desenize biz felâketi kendi elimizle davet etmişiz. Yazık, çok yazık” (Ziya Şakir, “Sultan Abdülhamid'in Son Günleri”, s. 121)!
13 Mart 1912'de yapılan Bulgar-Sırp antlaşmasıyla, her iki devlet Osmanlı Devleti'nden alacakları topraklar konusunda anlaştılar. Bunu, 29 Mayıs 1912'teki Bulgar-Yunan antlaşması takip etti. Ne yazık ki, Osmanlı Devleti, Meşrûtiyetin ilânı ve sonrasındaki 31 Mart isyanı bahane edilerek, Sultan Abdülhamid'in tahttan uzaklaştırılma-sından sonra, tam bir kargaşa içine sürüklenmişti. Kimse Sadrazamlığı kabul etmek istemiyordu! Orduda disiplin anlayışı yok olmuştu. İttihatçı Teğmen, İttihatçı olmayan Albaya selâm vermiyordu! Devlet; Balkanlardaki gelişmeleri takip edecek ve önlemler alacak bir durumda değildi. Diğer taraftan büyük devletlerin, 'Balkanlarda bir harp çıksa dahi, statükonun değişmeyeceği' şeklindeki açıklamalarına güvenilerek, 70.000 asker terhis edilmişti!
Osmanlı Devleti'nin Trakya'da Doğu Ordusu (l. Ordu), Makedonya'da ise Batı Ordusu (2. Ordu) bulunmaktaydı. Bu orduların yaklaşık 500 bin kişi ile harbe katılmaları gerekirken, toplam mevcutları 290 bine düşmüştü. Balkan devletlerinin askerî kuvvetleri ise yaklaşık olarak 500 bin kişiydi. Bu şartlarda, Osmanlı Devleti 1 Ekim 1912'de Seferberlik ilân etti. 8 Ekim 1912'de Karadağ Osmanlı Devleti'ne harp ilân etti. Osmanlı Devleti, 16 Ekim'de Sırbistan ve Bulgaristan'a ve 18 Ekimde de Yunanistan'a harp ilân etti. Asker sayımızın azlığı ve ordunun kötü yönetimi sebebiyle, mevzî başarılar elde edilse de, Osmanlı orduları her cephede süratle ve bir bozgun şeklinde geri çekilmek zorunda kaldılar.
Balkanları kaybedişimiz, tarih boyunca yaşadığımız en büyük travmalardan birisidir. Bu felâket çok büyük bir göçe de sebep olmuştur. 500 yıldır vatan belledikleri o topraklarda yaşayan Evlâd-ı Fatihan, perişan bir şekilde İstanbul yollarına düştüler. İstanbul sokakları ve camiler Balkan göçmenleriyle doldu. Ordumuzun çekilişi o kadar süratli olmuştu ki, Falih Rıfkı Atay, bu çekilişe dair yazdığı bir şiirinde geçen 'Manastır' şehrini, şiir daha yayımlamadan Edirne de düşünce, 'Edirne' olarak değiştirdiğini yazar (Çankaya, s.67)!
Bu felâketin en temel sebebi, II. Meşrûtiyet'in ilânından sonra, particiliğin yarattığı bölünmedir. Büyük Devletlere gelince; savaştan önce, Balkanlı ordularının yenileceğini zanneden büyük devletler, 'Statükonun bozulmasına izin vermeyeceklerini' bildirmişlerdi. Fakat Osmanlı Orduları yenilince, kıllarını bile kıpırdatmadılar!
Enver Paşa'nın ve İttihatçılar içindeki Almancıların pek güvendiği Almanya da, bu savaşta Türkleri desteklemedi. Çünkü, Doğan Avcıoğlu'nun belirttiğine göre, Almanya, Türklerin Avrupa topraklarını terk edip, Anadolu'ya çekilmelerini istiyordu! Nitekim, Goltz Paşa, daha çok eski tarihlerde, bunu açıkça belirtmişti! Bu nedenle Almanlar, Türkiye'nin, 'sömürgeleştirmeyi düşündükleri Anadolu topraklarını', Rus ve İngiliz emellerine karşı korumuşlar, Rumeli'nin elden çıkmasına ise seyirci kalmışlardır. Almanya; İngiltere ve müttefikleri gibi, Türkiye'nin Rumeli'den atılmasını beklemiştir. Hattâ, Edirne'nin geri alınmasına karşı çıkmışlar; Almanya dahil büyük devletler Midye-Enez hattının sınır olarak kabulü için Türkiye'ye nota vermişlerdir (“31 Mart'ta Yabancı Parmağı”, s. 95)!
İttihatçıların devleti içine sürükledikleri zaafın bir diğer acı sonucu da, Trablusgarp'ın kaybıdır. Sultan Abdülhamid, İtalyanların, Trablusgarp ve Bingazi'ye olan ilgisinin farkındaydı. 'Sunusîler harekete geçirilip örgütlenebilirse, Trablusgarp elimizde kalabilir' diye düşünmekteydi. Nitekim, bu doğrultuda teşebbüslerde bulunmak üzere Arapçayı iyi bilen Sadık Müeyyed Paşa'yı çeşitli hediyelerle Sunusîlere göndermişti. Paşa, Sunusîleri devlete bağlar. Sultan Abdülhamid Trablusgarp tümenini takviye eder. Fakat 1910'da Roma sefirliğinden Sadrazamlığa getirilen İbrahim Hakkı Paşa, Trablusgarp'taki Komutanın, İtalyan Tehdidi konusundaki uyarılarına rağmen, Yemen'deki isyan gerekçesiyle buradaki tümeni Yemen'e kaydırır. Hem de İtalyanların Trablusgarp hakkındaki niyetlerini bildiği hâlde! İtalya, 28 Eylül 1911'de bir nota vererek Trablusgarp'ın teslimini ister. Bu notayı aldığında, Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa, Türk Jandarma Müfettişliğiyle Osmanlı hizmetinde bulunan İtalyan Generali Rabilant Paşa'nın evinde briç oynamaktadır! Bu nota reddedilince, İtalya 29 Ekim'de harp ilân eder. İbrahim Hakkı Paşa bunun üzerine istifa eder (Trablusgarp Savaşı, Ayten Dirier, Milliyet.com).
Netice olarak, İttihatçıların devlette yarattığı derin zaaf Batı Trakya'nın, Ege Adalarının ve Trablusgarp'ın kaybına yol açmıştır. Bu kadarla olsa iyi; daha I. Dünya Harbi'nin büyük kayıpları var! Fakat, bugün hâlâ, 'Abdülhamid döneminde en büyük toprakları kaybettik' nakaratı tekrarlanmaya devam olunmaktadır!
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.