Prof. Mehmet Bayraktar bu topraklardaki Türk varlığı hakkında şunları söylüyor: “İnsanın yaratılışı ve insanlığın tarihte ortaya çıkışı ne kadar eskiye götürülürse götürülsün, tarihî bilgilere dayanarak Ön Asya ve Mezopotamya'da oluşan insanlık tarihi en fazla M.Ö. 6000-5000 yıllarına kadar inilerek bilinebilmektedir. 'Tarih Sümer'le Başlar' denmesinin sebebi budur. Bu, başka bir ifadeyle 'Tarih Türk'le Başlar' demektir. Çünkü Sümer'lerin artık Ural-Altay veya Turanî bir kavim olduğunda şüphe kalmamıştır. Ural-Altay soylu milletlerin Anadolu, Kafkasya, Balkanlar, Suriye, Mezopotamya ve hattâ Mısır gibi ülkelere gelişleri, en geç M.Ö. 6000-5000 yıllarında olmuştur. Dolayısıyla Türk soylu milletler Anadolu ve Orta Doğu'da l071'den çok önceleri vardırlar” (Prof. Mehmet Bayraktar, “Kürtler Türklerin Nesi Oluyor?”, I. Baskı s. 37). Bölgemizdeki bazı coğrafya parçalarının Türkçe adları da bu tespitleri doğrulamaktadır. Atalarımız Kuzeye 'Kara', Güneye 'Kızıl', Batıya ise 'Ak' demekteydiler. Buna göre Karadeniz kuzeydeki deniz; Kızıldeniz, güneydeki deniz; Akdeniz ise batıdaki denizdir ve bu adları verenler binlerce yıl önce bu topraklarda yaşayan atalarımızdır. Türk Devleti oldukları bilinen Med ve Saka(İskit) krallarından bazıları 'Marmara' ismini taşıyor. Yani, Marmara Denizi'ne ismini verenler de Türkler! Harran ovasının adı, Orta Asya'da Cu vadisindeki Harran Cuvan (Ak tepe) şehrinden gelmektedir. Hatay Başkurtların boy adıdır. Artvin öztürkçe bir kelime olup, anlamı 'Bin tepe'dir. Hopa ilçesi bir Türk boyunun adıdır (A.Tayyar Önder, “Türkiye'nin Etnik Yapısı”, s. 244). Seyhan ve Ceyhan nehirleri de isimlerini, bilindiği gibi, Orta Asya'daki Seyhun ve Ceyhun nehirlerinden almıştır. Selçuklular, Akkoyonlu ve Karakoyunlu Devletleri, Anadolu Türk Beylikleri, Osmanlı ve nihayet Türkiye Cumhuriyeti hepsi Türklerin devletidir. Şimdi kalkmış bazı gafiller, Türk'ün ismini bu topraklardan kazımaya yelteniyor! Mesele Osmanlı'dan geliyor. Bugün Türklüğe saldıran Yeni Osmanlıcıların Osmanlıyı tanıdıkları filân yok. Osmanlı Devleti de kuşkusuz bir Türk Devleti idi. Başlarında kızıl börk bulunan Türkmen gâzileri, Yeniçeri Ocağı kuruluncaya kadar Osmanlı Beyliğinin askerî gücünü oluşturmaktaydılar. Fakat siyasî sebeplerle devlet devşirmelerin hâkimiyetine girdi. Prof. Halil İnalcık bu konuda şunları söylüyor: “Akkoyunlu Türkmen rekabeti ortaya çıkınca, Osmanlı bürokrasisi kendi Türkmenlerini 'Yörük' adıyla Doğu Anadolu Türkmenlerinden ayırt etmeye başladı. Türkmenler Osmanlı resmî çevrelerinde çoğunlukla, Alevî-Kızılbaş bir grup olarak ayırt edildi. O zamanlar bu doğal bir şeydi. O dönemlerde millî kimlik değil, mezhep ve hanedan-devlet kimliği egemendi. Öbür yandan Türkmenler, İran Şâhı İsmail'i kendilerinin gerçek pîr ve hükümdarı saydılar. Osmanlı Sarayı onlara devlet düşmanı olarak bakmaya başladı. İşte, ilkin, devletin sırf kullara dayanan bir hanedan imparatorluğu hâline gelmesi, öbür yandan Türkmenlerin dışlanması sonucu olarak saray ve bürokrasi artık Türklük kimliği üzerinde durmadı. Osmanlı'nın kendini Türk'ten ayrı tutması, bu tarihî, siyasî koşullarla açıklanabilir. Bir hanedan devleti kendisini etnik bir gruba mâl edemezdi. Fakat yine de dil, kültür kökeni ve tarih bakımından devletin egemen unsurunun Türklük bilinci kaybolmadı. XVII. yüzyılda Evliyâ Çelebi, Osmanlı Devleti'ni kuranların Türklüğünü belirtiyor, hattâ onların Orta Asya Türkleri ve Kuzey Karadeniz Tatarları ile akrabalığından söz ediyordu (İnalcık, “Kuruluş ve İmparatorluk Sürecinde Osmanlı”, s.71). Ne var ki, bu yüzden, Batı'da Fransa, İngiltere, Almanya ve İtalya gibi millî devletler kurulurken, Osmanlı bir ırklar halitası olarak yaşamayı sürdürdü. Fransız edebiyatçısı ve devlet adamı Lamartin'e göre, Osmanlı'nın çöküşünün temel sebebi, “Kazanılan geniş topraklar üzerindeki karışık insanlar topluluğunda ırk, din, gelenek ve milliyet birliğinin sağlanamaması, fâtih ırkın, uyruğunu hızla Türkleştirememesidir” (Lamartin, “Osmanlı Tarihi”, s. 486). Azınlıkların ve diğer milletlerin bağımsızlık taleplerinin gündeme gelmesinden sonradır ki, devletin ancak Türklüğe dayanılarak yaşatılabileceği gerçeği idrak edilecektir! Bu konuda Sultan Abdülhamid 1893 yılında şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Türk unsurunu kuvvetlendirmeğe dikkat etmeliyiz. Rumeli'nde ve bilhassa Anadolu'da Türk unsurunu kuvvetlendirmek ve her şeyden evvel de içimizdeki Kürtleri yoğurup kendimize mâl etmek şarttır” (Nurer Uğurlu, “Ulu Hakan mı, Kızıl Sultan mı” s. 237). Sultan Abdülhamid döneminde devletin bekası için düşünülen dört şarttan birincisinin “yönetimde ağırlığın Türklerde olması” olduğunu da belirtelim (Prof. Mehmet Genç, (SKY TV, 31.7.2013). Atatürk de, daha l907 yılında, İttihatçı arkadaşları ile yaptığı tartışmalarda şu düşünceleri korkusuzca savunmuştur: “Köhneleşen ve hayatiyetini kaybeden Osmanlı Devleti gövdesi üzerine bir devlet oturtulamaz ancak Türk çoğunluğu üzerine oturtulabilir” (Falih Rıfkı Atay, ÇANKAYA, s. 47). I. Meşrûtiyet Dönemi'nde, Meclis'te, her milletin temsilcilerinin kendi dillerinde konuşmaları sebebiyle ortaya çıkan kargaşadan kurtulmak için, Anayasanın 18. maddesine “Devletin resmî dili Türkçedir” hükmü konulacak; Anayasanın 19. maddesinde ise “Türkçe bilen herkes kendi yeteneklerine göre memuriyete girebilir” hükmü yer alacaktır. Mebus olmak için Türkçe bilmek zorunluluğuna karşı, Ermeniler ve Rumlar, Arabistan'dan gelen mebuslarla birlikte, bu şartın kaldırılması için teklifte bulununca, Said Paşa onlara şu cevabı verir: “Gelecek seçime 4 yıl var, akılları varsa bu süre içinde Türkçe öğrenirler” (Erhan Afyoncu, “Sorularla Osmanlı İmparatorluğu”, Cilt II, s. 144)! Sultan Abdülhamid'in de, Atatürk'ün de devletin ancak Türklüğe dayanılarak varlığını sürdürebileceği inancında olduklarını görüyorsunuz. Yaptıklarına bakılacak olursa, günümüzün Abdülhamid Han hayranlarının Sultan Abdülhamid'i hiç tanımadıkları anlaşılıyor. Aynı tespiti Atatürkçüler için de yapmak durumundayız. Eğer Atatürkçüler, Atatürk'ün Millî Sentezini kavramış; Atatürkçülüğün Batıcılık demek olmadığını anlamış olsalardı, her şey çok farklı gelişir; Türk Kimliği ve Millî Devlet üzerinde bu küstah tartışmaların yaşanması da mümkün olamazdı. 'Ceberut Devlet' ve 'Statükocu Devlet' saplantısı ile Millî Bürokrasi kullaştırıldıktan sonra, şimdi de, Demokratikleşme teraneleri ile, bu devletin çimentosu olan Türk Kimliği yok edilmek istenmektedir. Başbakan tarafından, siyasî partilere hâkim ve savcıların da üye olabilecekleri gibi, ciddî bir devlet anlayışı aslâ bağdaşamayacak çok vahim bir düşüncenin dile getirilmesi, karşımızdaki zihniyetin devlete bakışının ne kadar sorunlu olduğunu göstermektedir. Obama ABD Başkanı seçilince, bizim 'Ulusal' basının eski Bush'cuları bir anda Obamacı kesilmişler ve Obama'nın bir devrim fırtınası yaratacağını dillendirmeye başlamışlar; hattâ işi, Obama'nın 'Ezilenlerin Temsilcisi' olduğuna kadar götürmüşlerdi! Emperyalist ABD ve 'Ezilenlerin temsilcisi bir ABD Başkanı!” ABD'nin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson'un bir mülakâtındaki şu değerlendirmeleri bu zırvalara da güzel bir cevap teşkil etmekteydi: “Washington'da Başkan değişir politika kalır. ABD'de iktidardaki partiler değişebilir ama geriye dönüp baktığınızda var olan politikaların yüzde 95'inin değişmeden sürdürüldüğünü görürsünüz. Hedeflerde yeni düzenlemeler yapılabilir. Ama genelde fazla bir sapma olmaz. ÇÜNKÜ ÜLKELERİN DIŞ POLİTİKALARI MİLLÎ ÇIKARLARA DAYANIR!” Ülkemizde ise, demokratikleşme edebiyatı ile, millî çıkarlarımızı gözetecek Millî Devlet yapısı yok edilmek istenmektedir! Demokratikleşme Paketinin içinden, İlk okullarda, çocuklarımızın gururla okuduğu Andımız'ın da kaldırılması çıktı! Peki, “Varlığım Türk Varlığına Armağan Olsun! Ne Mutlu Türk'üm Diyene!” inancını kalplerimizden çıkarmaları mümkün müdür? Makaleyi Paylaş Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş
Makale Yazısı-
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.