IMF'ye katılmak konusunun tartışıldığı Meclis toplantısında yapılan konuşmalarda kalmıştık. Tokat milletvekili Nâzım Poroy söz alarak şu ibretlik konuşmayı yapar: “Zannederim ki, meclisimizin ilk gününden beri iki parti arasında en tatlı müzakere bu olmuştur. Memlekette Bretton Woods mukaveleleri hakkında hiçbir esaslı malûmat intişar etmemiştir. Ama, birkaç büyük devletin tesiriyle, nüfûzuyla yapılan bu mukavelelerin gayesi dünyanın iyiliğine, rahatına, terakkisine matuftur” (Emin Değer, “Oltadaki Balık Türkiye”, s. 227)!
İnanılır gibi değil; Türkiye kendi elleriyle, Emperyalist Devletlerin sömürü boyunduruğunu CHP ve DP milletvekillerinin alkışları arasında boynuna geçirmektedir!
İktidar ve muhalefet partileri arasındaki 'En Tatlı müzakerenin' IMF konusunda olması, bu iki partinin nasıl bir gaflet içinde olduklarını göstermektedir. Emperyalizmin Finans Örgütü IMF'ye giriliyor; daha doğrusu Türkiye iktisadî bakımdan Batı'ya teslim oluyor fakat hiç kimsede en küçük bir endişe yok; hattâ herkese bir bayram havası hâkim!
Bizim 'Emniyetle, Huzurla' iltihak ettiğimiz IMF ve Dünya Bankası hakkında, Dünya Bankası Başkan Yardımcılığı ve Başkan Clinton'un Ekonomik Danışmanlar Konseyi üyesi olarak görev yapan Joseph Stiglitz'in tespiti şudur: “Dünya Bankası'nda kararların çoğu zaman, ideolojik ve politik sebeplerle alındığını gördüm. IMF modası geçmiş, yersiz çözümler içeren reçeteler veriyor. Bu politikaları uygulaması istenilen ülkelerdeki insanların bunlardan nasıl etkileneceğini göz önüne almıyordu. Politikaların yoksulluk üzerindeki etkisiyle ilgili tahmin yapıldığını pek görmedim. Alternatif politikaların sonuçlarıyla ilgili derin tartışmalar ve analizler yapıldığına da pek tanık olmadım. Tek bir reçete vardı. Alternatif görüşler araştırılmıyordu. Politika reçetelerini, ideolojiler yönlendiriyordu ve ülkelerin IMF'nin talimatlarına hiç tartışmadan uymaları bekleniyordu” (Stiglitz, “Küreselleşme, Büyük Hayâl Kırıklığı”, s. 13)!
Truman Kongre'den, Türkiye ve Yunanistan'a verilmek üzere 400 milyon dolar ister. Aynı günlerde New York Times Gazetesi'nde yayınlanan, Truman Doktrini konulu bir yazıda şu satırlar yer almaktadır: “Türkiye ve Yunanistan siyasî bir ihtilâfın ileri karakollarıdır”(Hikmet Bilâ, (“CHP Tarihi”, s. 165)!
İlerleyen yıllarda Amerika ile entegrasyon, yani Türkçesi ile, 'Amerika'nın uydusu olmak yolunda' hızla ilerlenecektir. Ancak o yıllarda bunun telâffuz edilebilmesi dahi mümkün değildir. Çünkü Amerika'nın bizi Sovyetlere karşı her şeye rağmen koruyacağı anlayışı, iktidarın da muhalefetin de hâkim düşüncesidir. O yıllarda bunun aksini iddia etmek vatana ihânet demektir. Hâlbuki daha sonraki yıllarda ortaya çıkacaktır ki, meğer Amerika'nın kabul ettiği 'Esnek Mukabele Stratejisi'ne göre, Türkiye'nin savunma hattı, Toros'ların kuzeyinden geçmekteymiş! Yani Türkiye, Sovyet dostluğunu kaybetmek pahasına, verilen bu kadar tavize rağmen, aslında herhangi bir garanti de sağlayamamış!
Falih Rıfkı Atay, “Zeytindağı” isimli kitabında Osmanlı'nın Arap topraklarındaki mevcudiyeti için “Biz burada tarla bekçiliği yaptık” der. Amerika ile yapılan ittifakla düştüğümüz durum da, ABD çıkarlarının bölgede ücretsiz bekçiliğinden başka bir şey değildi! Bu bekçiliğin devletimize nelere mâl olduğu ise meydandadır: Sovyetlerle ve Milliyetçi Arap ülkeleriyle bozulan ilişkiler, 3. Dünya ülkeleri nezdinde itibar kaybı, yüz binlerce askerin gereksiz yere silâh altında tutulması sebebiyle, ekonomik kalkınmaya yeteri kadar kaynak ayrılamaması, millî bürokrasinin yok edilmesi, paramparça olan bir İç Cephe ve devlete hâkim olan liberal ekonomi anlayışının sonunda, Batı'nın iktisadî, malî ve siyasî vesayetinin altına girilmesi ve ülkenin bölünme noktasına kadar gelmesi!
27 Mayıs'tan sonra, Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Kruşçev'den Cemal Gürsel'e gelen 28 Haziran 1960 tarihli mesajdaki şu tespitler, aynı zamanda, Atatürk sonrasında takip edilen Türk dış siyasetinin, ne kadar basiretsiz olduğunu da ortaya koymaktadır: “Eğer, Türkiye tarafsızlık yolunda kalmış olsaydı, kuşkusuz memleketlerimiz arasında en içten ilişkiler kurulmuş olacaktı. Bu durum, ülkelerimize yalnızca yararlar sağlayacaktı. Türkiye'nin kendi imkânlarını, büyük giderler gerektiren askerî hazırlıklar için değil, memleket ekonomisinin kalkınması ve halkının refahı için kullanması imkânı doğacaktı” (Doğan Avcıoğlu, “Millî Kurtuluş Tarihi”, s. 1591)!
İsmet Paşa'nın meşhur sözüdür: “Büyük devletle dostluk ayıyla yatağa girmeğe benzer!” Ne acıdır ki, bizi ayıyla yatağa sokan İsmet Paşa'nın bizzat kendisiydi! Düşündürücü olan ise, hâlâ daha Amerika'ya 'Stratejik Müttefik' olarak bakılmasıdır!
İsmet İnönü, ABD ile imzalanan yardım anlaşması sebebiyle, 12 Temmuz 1947'de şunları söylemişti: “Büyük Amerika Cumhuriyeti'nin, ülkemiz ve ulusumuz hakkında beslemekte olduğu yakın dostluk duygularının yeni bir örneğini teşkil eden bu sevinçli olayı, her Türk candan alkışlamaktadır” (Metin Aydoğan, “Bitmeyen Oyun”, s. 127)!
ABD ile dostluğu işte böyle yücelten İsmet Paşa, 1963 yılında, bu ülkenin Başbakanı olarak, bu 'dostluk' sebebiyle ülkenin içine sürüklendiği vahim durumdan bakınız nasıl yakınıyor:
“Daha bağımsız ve kişilik sahibi dış politika izlenmesini istiyorsunuz. Herkes aynı şeyden söz ediyor. Nasıl yapacağım ben bunu? Karar vereceğim ve işi teknisyenlere havale edeceğim. Onlar ayrıntılı çalışmalar yapacaklar ve öneriler hazırlayacaklar. Yapabilirler mi bunu? Hepsinin çevresinde uzman denen yabancılar dolu. İğfal etmeye çalışıyorlar. Başaramazlarsa işi sürüncemede bırakmaya çalışıyorlar. O da olmazsa karşı tedbir alıyorlar. Bir görev veriyorum, sonucu bana gelmeden, Washington'un haberi oluyor. Sonucu memurdan önce sefirden öğreniyorum... Böyledir bu işler. Peygamber edasıyla size dünyaları vaad ederler. İmzayı attınız mı, ertesi gün gelmişlerdir. Personeli gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan sonra, sökebilirsen sök! Gitmezler! Ancak bu meselenin üzerine vakit geçirmeden eğilmek lâzım. Yoksa bağımsız bir dış politika güdemeyiz. Fakat zannetmeyiniz ki, kolay bir iştir. Teşebbüs ettiğiniz zaman başımıza neler gelir kestiremem” (Doğan Avcıoğlu, “Türkiye'nin Düzeni”, s. 578)!
İsmet Paşa haklıdır, gerçekten de, ülkemizde yabancı uzmanların yerleşmedikleri bir kurum kalmamıştır. İyi ama, bu durumun baş sorumlusu bizzat İsmet Paşa'nın kendisi değil miydi? 23 Şubat 1945'de, Amerika'yı başımıza belâ eden ilk İkili Anlaşmayı imzalayan kimdi? Sonunda bu noktaya varılacağı nasıl görülemedi?
İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon'un, Lozan görüşmeleri sırasında kendisine yönelttiği tehdit dolu sözleri İsmet Paşa nasıl unuttu? ./…
Makaleyi Paylaş Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.