Sultan II. Abdülhamid hakkında hâlâ daha hakkaniyetli bir değerlendirme yapılmamaktadır. Birçoklarına göre o hâlâ 'Kızıl Sultan'dır, 'Despot Padişah'tır; 31 Mart vakası da ona fatura edilir! Hâlbuki, Abdülhamid'in yakınlarına 'artık yorulduğunu ve çekilmek istediğini belirttiğini' biliyoruz! Falih Rıfkı Atay'ın belirttiğine göre, Atatürk'ün 31 Mart vakası hakkındaki düşünceleri şudur: “İttihat ve Terakki reisleri hükümet kuvvetini, meşrûluk prensiplerine aykırı olarak şahıslarında toplamışlar ve serbest seçimle gelen bir millet meclisi yerine, asker kuvvetine dayanarak zor ve şiddet kullanmışlardır. Bu fikrimi İttihatçı arkadaşlarıma söyledim durdum, fakat anlatamadım!” Yine, Falih Rıfkı'nın belirttiğine göre, 31 Mart suçlularını yargılama divanında görev alan Rauf Bey, Mustafa Kemal'in bu düşüncelerine hak vermiş ve İttihatçı şahsiyetlerle eski yakınlığını kaybettiğini söylemiştir (“Çankaya”, s. 64). Atatürk'ün, Cumhuriyet gazetesinde, Makedonya hakkında bir yazı dizisi yayınlanan Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu'na şu uyarısı da Sultan Abdülhamid hakkındaki ezberleri bozacak niteliktedir: “Hürriyetin ilân edildiği zaman küçük bir çocuk olman lâzım. Fakat tebrik ederim, o günleri iyi canlandırıyorsun. Yalnız, Abdülhamid'i hiç sevmediğin belli. Sevme Abdülhamid'i, gene de sevme! Fakat sakın hatırasına hakaret edeyim deme. Senin neslin biraz daha temkinli kararlar vermeye alışmalı. Bak çocuk! Şahsî kanaatimi kısaca söyleyeyim. Tecrübe göstermiştir ki, toprakları üstünde yaşayan insanların çoğunun ahvali meşkûk (durumları şüpheli) ve hudutları yalnız düşmanlarla çevrili bir büyük devlette Abdülhamid'in idare tarzı, âzamî müsamahadır. Hele bu idare tarzı on dokuzuncu yüzyılın sonlarında tatbik edilmiş olursa” (Y. Koç, A. Koç, “Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk”, s. 78, Mustafa Armağan, “Abdülhamid'in Kurtlarla Dansı”, s. 328)! Atatürk'ü öven programlara pek yer vermeyen Ülke TV'de, Kasım ayının sonlarında, Atatürk hakkında takdire şayan değerlendirmeler yapan Hasan Basri Bilgin isimli bir yazarı dinledik. Sayın Bilgin'in iddiasına göre 'Atatürk, Beylerbeyi sarayında gözetim altında tutulan Abdülhamid'le birkaç kez görüşmüş. Hattâ, ufukta beliren Dünya Harbi hakkında fikir teatisinde bulunmuşlar ve Osmanlı İmparatorluğu'nun, bu savaşta kesinlikle tarafsız kalmasının hayatî önem taşıdığı üzerinde fikir birliğine varmışlar!' Atatürk'ün son 15 yılında yanında bulunan Falih Rıfkı Atay, 'Atatürk'ün bazı sırları olduğunu ve bunları hiç kimse ile paylaşmadığını' söyler (“Çankaya”, s. 509). Bu görüşme de, Atatürk'ün sırlarından biri olabilir. Sultan Abdülhamid'i koruyan askerî birliğin içinde Atatürk'ün yakın arkadaşı, yüzbaşı Salih Bozok'un da bulunduğunu biliyoruz. Ziya Şakir'in belirttiğine göre (“Sultan Abdülhamid'in Son Günleri”, s. 274), Sultan Abdülhamid'le müteaddit defalar görüşen bir başka ünlü kişi de Enver Paşa'dır. Çanakkale savaşları sırasında, İstanbul'un düşme tehlikesi karşısında, II. Abdülhamid'in Konya'ya nakledilmesi kararlaştırıldığında, buna karşı çıkan sultanı ikna etmek için onunla görüşen Enver Paşa, görüşmenin sonunda, saray muhafızının odasında düşünceli bir hâlde kahvesini içerken, “Paşam sabık hakanı nasıl buldunuz?” sorusuna “Yazık etmişiz!” cevabını verecektir! Evet, eğer Sultan Abdülhamid, 31 Mart ayaklanması bahane edilerek tahttan indirilmeseydi, eğer genç ve tecrübesiz İttihatçılar iktidarı onunla paylaşmış olsalardı, I. Dünya Harbi felâketini yaşamayabilirdik. II. Abdülhamid'in İttihatçılar hakkında, “Eğer Türkiye'yi 10 sene idare edebilirlerse, bir asır idare edebildik diye sevinsinler” dediğini de biliyoruz. 10 Şubat 1918'de vefat eden Sultan Abdülhamid'in cenaze töreni ile bizzat Enver Paşa ilgilenmiştir. Cenazeyi Damat Paşa'larla Şehzadeler kaldırmak isterler fakat muhafız subaylar “Bu son vazife bize düşer” diyerek buna izin vermezler. Enver Paşa, bütün Âyan, mebuslar ve o bütün 'hürriyet kahramanları', sefirler, askerî, ilmî ve mülkî erkân başları önde, sabık hünkârın tabutunun arkasındaydılar. Askerler, silâhları baş aşağı omuzlarına asılmış bir vaziyette cenazenin ardında ihtiram içinde yürüyorlardı. Evlerin pencereleri, damları, hattâ ağaçlar bile insanlarla doluydu. Etrafa tam bir sessizlik hâkimdi. Cenaze törenine katılanlar her şeyin bittiği bir noktada bulunduklarının farkındaydılar. Bu aslında Osmanlı İmparatorluğunun cenaze töreniydi. Falih Rıfkı Atay, Sultan Hamid'in cenazesi geçerken pencerelerden uzanan kadınların “Kırk paraya ekmek yediren, yirmi paraya kömür yaktıran padişahım, bizi kime bırakıp da gidiyorsun” diye inlediklerini anlatır (“Çankaya”, s. 125). Tarihimiz konusunda tam bir kafa karışıklığı yaşamaktayız. Bu durum yapay siyasî ayrılıkları derinleştirmekte ve bu da dış güçlerin bu millet üzerindeki psikolojik operasyonlarını kolaylaştırmaktadır. Bugün bile I. Dünya Harbi'ne girişimiz hakkında farklı düşünceler mevcuttur. Sayın Doğu Perinçek, Aydınlık'taki 13 Ekim 2012 tarihli yazısında, Atatürk'ün 'Harbe girmek zorunda olduğumuzu ifade eden bazı konuşma ve raporlarından' söz ediyor fakat, bunların tamamı Kuvay-ı Milliye Dönemine ait ve Anadolu'daki Müdafaayı Hukuk Dernekleri'nde İttihatçıların çoğunlukta olduğu o dönemde İttihatçıların desteği çok önemli! İkincisi, Enver Paşa tehlikesi Sakarya Zaferi'ne kadar sürmüştür! Atatürk, 4 Eylül 1914 tarihinde, Sofya'dan, Tevfik Rüştü Aras'a yazdığı bir mektupta Almanya'yı kast ederek, “(…)Hem doğudan, hem batıdan çevrilmiş bir merkez devlet cephesi… İki cepheye karşılık harp! Hayır, bu işin sonu yoktur!” diyerek, Almanya'nın yanında harbe girilmesini bir delilik olarak telâkki eder (“Tek Adam”, Cilt I, s. 213). Falih Rıfkı Atay da bu konuda şu tespiti yapar: “Enver Almancıdır; Ona göre bu devlet yenilmez. Mustafa Kemal'e göre ise Türkiye için harbe girmemek bir ölüm kalım meselesidir. İngiltere, Fransa ve Rusya Türkiye'nin tarafsız kalmasını ister. Enver buna karşı Yunan topraklarında taviz ister.(…) Enver Pan-İslâmist'tir. Halifenin fetvasını alınca bütün Müslümanları ayaklandırabileceğini sanmaktadır. Kayser Wilhelm de bu hayale az çok bel bağlamıştır. (Enver) 'Almanlar düşmanlarını yenecekler, biz ufak tefek fedakârlığımızın büyük karşılığını toplayacağız' diye düşünmekteydi!” Falih Rıfkı'nın belirttiğine göre, Atatürk kendisine şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Osmanlı ordusunda hemen seferberlik yapılması bile düşünülecek bir mesele iken, devletin, Karadeniz'de, hâlâ bugün bile nasıl geçmiş olduğunu öğrenemediğim bir olay üzerine harbe girilmiş olmasından şikâyetçi idim. Bu şikâyetlerim o vakit ne kadar manasız sayılmıştı.'Çünkü ben yalnız şikâyetçi olduğumu söylemiyordum. Almanlarla beraber olanlar yenileceklerdir' diyordum” (“Çankaya”, s. 80,81)! Mustafa Kemal, savaşta bir görev almak için İstanbul'a geldiğinde, 19. Tümen Komutanlığına tayin edilir ve henüz teşekkül etmemiş olan tümeni hakkında bilgi almak için Ordu Komutanı Liman Von Sanders'le görüşür. Sanders O'na “Bulgarlar hâlâ harbe girmeyecekler mi?” diye sorar. Mustafa Kemal “Benim anladığıma göre, Bulgarlar iki ihtimalden biri anlaşılmadan önce harbe girmezler. Biri Almanya'nın başarı kazanabileceğine inandırıcı deliller görmedikçe. İkincisi, harp kendi topraklarına temas etmedikçe” cevabını verir. Alman Mareşali öfkelenir ve bu kez “Bulgarların Alman başarısına güvenleri yok mu?” diye sorar. Mustafa Kemal “Hayır ekselans” der. Sanders daha da öfkelenir ve “Sizin fikriniz nedir” deyince, Mustafa Kemal cevap vermek mi vermemek mi lâzım geldiğinde bir an durakladıktan sonra, “Bulgarları düşündüklerinde haklı görüyorum” cevabını verir. Bunun üzerine Sanders hemen ayağa kalkar ve Mustafa Kemal'e gitmesi için izin verir (“Çankaya”, s. 84)! I. Dünya Harbi'ne Enver Paşa'nın bir oldubittisiyle girdiğimiz inancında olan Falih Rıfkı Atay, harbin dışında kalmamızın mümkün olduğunu ve bunun çok da iyi sonuçlar doğuracağını ifade eder. Bu konuya gelecek yazımızda devam edeceğiz. NOT: Sayın Başbakan yaptığı bir konuşmada “Selâhattin Eyyubî'nin torunları Kürtler” şeklinde çok talihsiz bir ifade kullandı. 1174-1252 yılları arasında Mısır ve Suriye dolaylarında hüküm sürmüş olan Eyyubî Devleti bir Türk devletidir. Bu devletin kurucusu olan Selahattin Eyyubî de Türk'tür ve Türk Musul Atabeklerinin yanında yetişmiştir. Bu devletin bayrağındaki sembol, Selçukluklarda, Artuklularda ve Mengüceklerde olduğu gibi kartaldır. Eyyubî'nin kardeşleri dahil pek çok akrabası Türkçe isim taşımaktadır. Kardeşleri arasında Turan, Böri, Tuğtekin isminde olanlar vardır. Devrin şairlerinden İbn Senaülmülk'ün bir şiirindeki şu beyit de Eyyubîlerin Türk olduğunu göstermektedir: “Arap milleti; Türklerin devletiyle yüceldi. Ehl-i Salip davası Eyyüb'ün oğlu tarafından perişan edildi” (A. Tayyar Önder, “Türkiye'nin Etnik Yapısı”, s. 177). Makaleyi Paylaş Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş
Makale Yazısı-
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.