Atatürk'ün yakın arkadaşlarından Ahmet Ağaoğlu'nun kızı Süreyya Hanım, üniversiteyi bitirdikten sonra Adliye Vekâletinde işe girer. Adalet Bakanı; daha sonra Millî Eğitim Bakanı olacak olan Mustafa Necati Bey'dir. 1920'lerin Ankara'sında yemek yenilebilecek lokanta sayısı bir elin parmaklarından daha az! Kadınların lokantaya gitmesi ise o günün şartlarında yadırganacak bir durum. Süreyya Hanım da öğle yemeklerinde peynir- ekmekle idare ediyor!
Meclis'in yanında, İstanbul Lokantası diye bir lokanta var. Mebuslar oraya gidiyorlar. Koca koca kalpaklı, heybetli insanlar. Süreyya Hanım bir gün babasına, “Bu lokantada yemek yiyebilir miyiz?” diye soruyor. Babası, “Hiçbir mahsur yok; gidin” deyince, bayan arkadaşı ile birlikte lokantaya gidiyorlar. İki arkadaş, mahcup, lavabonun yanında küçük bir masaya oturuyorlar. Fakat herkes onlara bakmaktadır! Bu böyle iki gün devam ediyor; üçüncü gün babası geliyor ve Rauf Bey'in (Başbakan) lokantaya gitmelerine karşı olduğunu söylüyor! “Niçin?” diye sorunca da, “dedikodu yapılıyormuş” cevabını alıyor!
İki arkadaş üzülüyorlar tabiî. İki gün sonra Lâtife Hanım'la birlikte Atatürk evlerine geliyor; “Ne var ne yok? Çalışmayı seviyor musunuz? Necati ne yapıyor?” diye soruyor.
Süreyya Hanım, “işlerinden memnun olduklarını fakat çok büyük bir dertlerinin olduğunu, lokantaya gidip yemek yemek istediklerini, 'Babam git dedi, gittik; nedense Başvekil 'gitmesinler' demiş” diye olayı anlatıyor.
Atatürk, “Babanın da hakkı var, Rauf'un da hakkı var” diyor.
Süreyya Hanım ertesi gün, Bakanlıktaki odasında çalışırken, birdenbire, Necati Bey odasına giriyor ve “Süreyya hazırlan, Paşa seni yemeğe götürecek” diyor.
Hep beraber bütün çalışanlar aşağı iniyorlar. Çünkü, Atatürk bir yere geldiği zaman bütün herkes oraya toplanırdı! Atatürk Süreyya Hanım'a, “Lâtife seni yemeğe bekliyor” diyor ve yaverinin yanına oturtuyor. Yola koyuluyorlar fakat tam lokantanın önünden geçerlerken, Atatürk birden şoföre, “Dur” diyor. İçerde bulunan Bursa mebusu Sadet Bey'i çağırtıyor ve Sadet Bey'e, “Ben bugün Süreyya'yı yemeğe götürüyorum. Ama Süreyya yarın lokantaya yine gelecek” diyor ve araba yeniden hareket ediyor.
Eve gidiliyor. Onları karşılayan Lâtife Hanım şunları söylüyor: “Süreyya! O akşam eve geldik. Paşa adamakıllı kızdı” diyor ve Atatürk'ün şu sözlerini naklediyor: “Bak yarın ne yapacağım ben. Türk kadını lokantaya gider mi gitmez mi bunlara göstereceğim!”
Süreyya Hanım, ertesi gün lokantaya gittiğinde eski Bahriye Vekili Hamdullah Suphi Bey'in ve İstanbul Mebusu Ali Rıza Bey'in Hanımları onlardan evvel lokantaya gelip, bir masaya oturmuş yemeklerini yemektedirler (Kaynak: Nazmi Kal, “Atatürk'ten Duymadığınız Anılar”)!
İşte, Atatürk'ün Türkiye'sinde kadın hakları böyle böyle ilerledi! Emir vermeden, kanun çıkarmadan! Büyük Atatürk, işte böyle bir 'diktatördü'!
Süreyya Hanım'dan bir başka anı: Süreyya Ağaoğlu İstanbul Hukuk Fakültesi'ni bitirdikten sonra, Atatürk onun için Çankaya'daki eski evinde bir yemek verir. Süreyya Hanım, anne ve babası ve Tezer Hanım eski köşke giderler. Çiftlik'te olan Atatürk biraz sonra gelir ve üstünü değişmek için izin ister. Biraz sonra İsmet Paşa da gelir. Atatürk İsmet Paşa'ya döner ve büyük bir mutluluk içinde şu sözleri söyler: “Bak İsmet, görüyor musun? Süreyya hukuku bitirmiş. Tezer felsefe tahsil ediyor. Türk kızlarını görüyor musun? Göreceksin bir gün Türk kızları neler yapacaklar. Benim müthiş ümidim var Türk kızlarından. Onlar sahip olacaklar memlekete!”
Bu anıları okurken hüzünlenmemek mümkün mü? Atatürk'ün böyle büyük ümitler beslediği Türk kızlarını bugün nelere reva görmekteler! Kur'an'ın Türkçe anlamının öğretilmediği; Arapçasının ezberletildiği Kur'an Kursları ve İmam Hatip Okullarıyla; Türk kültüründen kopartılarak ümmetleştirilen nesillerle çağdaş bir Türkiye kurulabilir mi?
Süreyya Hanım'ın arkadaşı Tezer Taşkıran'dan bir anı: Tezer Taşkıran 1927 yılında, Ankara Erkek Lisesi'nde felsefe öğretmenidir. Aynı yıl liseler için bir de mantık kitabı yazar. Bu kitap Atatürk'e de takdim edilir. Takdimden kısa bir süre sonra, bir toplantıda Atatürk'le karşılaşırlar. Atatürk iltifat eder, hatırını sorar.
Atatürk nerede olursa, etrafı bir anda kalabalıklaşırdı. Atatürk, Tezer öğretmeni, etrafta toplanmış kalabalığa gösterir şu konuşmayı yapar: “Bakın şu küçücük kızı görüyor musunuz? Bu kız liseler için mantık kitabı yazdı, düşünün! Türk kızları neler yapı-yorlar, daha neler yapacaklar yarın göreceğiz!”
Atatürk'ün yüzünde büyük bir sevinç vardır. Tezer öğretmene döner ve iltifat eder. Fakat birden, “Ama kitabın bazı yerleri olmamış” deyince, Tezer öğretmen irkilir ve “Ne gibi Paşa Hazretleri” diye sorar. Atatürk, “Meselâ, 'Mucibe-i Külliye, Sadebe-i Külliye. Bunlar mantıkta kalıplaşmış, yüzyıllardır devam eden terimler” der. Tezer öğretmen, “aslında kendisinin de bu kavramları beğenmediğini fakat yaşı ve tecrübesi itibariyle bir karşılık bulmaya cesaret edemediğini” belirtir. Atatürk, “Hayır olmamış. Bunlar kitabın gelecek baskısında mutlaka değişmeli” der. Tezer öğretmen, “O zaman Paşa Hazretleri siz lütfen bana, yalnız bir tanesinin, şu Mucibe-i Külliye için ne demeliyim, bunu bana örnek olarak verin, ben onu esas alarak diğerlerini de düzelteyim” deyince, Atatürk, gülerek, “Kitabı ben yazmadım, sen yazdın. Sen düşün; sen bul” diyerek, topu yine Tezer öğretmene atar!
Çağdaş bir toplum olmamız için, Türk kadınının toplum hayatına katılmasının zorunlu olduğuna inanan Atatürk, Türk anaları iyi eğitilirlerse, çocuklarının da iyi yetişeceğini ve kadınlarımıza konulan yasakların dinimizle de, Türk kültürüyle hiçbir ilgisi olmadığını biliyordu. Kadınların çarşafa girmesi de onun arzu etmediği bir şeydi fakat bunu aslâ yasaklamadı. İstedi ki, kadınlar bunun bir dinî vecibe olmadığını kendileri anlasınlar. Kendileri başlarını açsınlar. Ve nitekim, öyle de oldu. Türkçe Kur'an'ı okuyan kadınlarımız İslâm'da böyle bir yasağın olmadığını gördüler! Bunu da o büyük insana borçluyuz!
İsteyen başını açsın, isteyen kapatsın. Fakat kimseye 'başını ört ya da aç' diye baskı yapılmasın. Kimse, başını örtmeyene 'dini eksik' diye bakmasın. Kim bilir, belki başı açık olan başı kapalı olandan daha dindardır. Eskiler zaten zarfa, yani görünüşe değil, mazrufa yani öze bakın demiyorlar mıydı? Kutsal kitabımıza göre de, aslolan salih ameldir. Bir insanın 'İnandım' demesi yeterli değildir. Eğer salih amel yoksa yani insan iyi ve güzel şeyler yapmıyorsa, imanın hiçbir kıymeti yoktur.
Asırlarca şeyhlerin, hocaların eline mahkûm bırakılan milletimiz, Atatürk'ün sayesinde Kur'an'ı kendi dilinde okuyup öğrenmeye başladı. Kadınlarımız Kur'an'ı Türkçe okuyup, öğrendikçe erkek egemen din dışı yorumların da tarihe karışacağı muhakkaktır. Dinin, din istismarcılarının elinden kurtarılmasının yegâne yolu da dinimizi kendi dilimizde okuyup öğrenmektir. Zaten Kur'an'ın emri de budur!
Kadınlarımızın özgürlüğü hakkında, Yüce Peygamberimizin şu önemli hadisini hatırlatmak isteriz: “Gün gelecek Hire'den Hadramut'a kadar, bir kadın tek başına yolculuk yapacak ve vahşi hayvanlardan başka hiçbir şeyden korkmayacak!”
Kadınlarımızı evde 'çocuk bakıcısı' olarak tutmak isteyen zihniyetin elbetteki Peygamberimizin bu hadisine kulakları tıkalıdır! Kutsal kitabımız kadın erkek arasında hiçbir ayrım görmemekte; Allah indinde bütün Müslümanların eşit olduklarını belirtmektedir. Nitekim birçok ayette, üstünlüğün takvada olduğu yani 'Allah yolunda olmak' olduğu, açıkça belirtilmiştir. 'Allah yolunda olmak' demek; insanlar için hayırlı, iyi ve güzel işler yapmak demektir. Bütün bu erkek egemen yorumlar bize, Emevî Müslümanlığının bulaştırdığı bir virüstür. Yoksa, Türk tarihinde kadının toplumda çok özel bir yeri vardır. Biz Türkler kadına 'Hânım' deriz. Günümüzdeki 'Hanım' sözcüğü de buradan gelir. Gumilev “Eski Türkler” kitabında yazıyor: Türk genci çadıra girdiğinde önce annesini saygı ile selâmlar, daha sonra babasına yönelirmiş! Timur'un yabancı ülke elçilerine verdiği bir kabulde, elçiler bütün Türk Beylerinin toplantıya eşleri ile birlikte katıldığını görünce şaşırırlar. Çünkü Batılılarda kadının sofrada ve mecliste yeri yoktu!
Büyük Atatürk şerefli tarihimizi bize yeniden hatırlattı. Fakat bugün ne yazık ki, ve ne hazindir ki, bu ülkede karma eğitim tartışılabilmektedir!
Bu kafalarla muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmamız mümkün müdür?
Atatürk'ün ölüm yıldönümlerinde Atatürk'e ağıtlar yakmayı bırakalım da, Atatürk'ü anlamaya bakalım.
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.