'Ergenekon Terör Örgütü' davasının tutuklu sanıklarından Soner Yalçın hapishanede yazdığı Samizdat isimli kitabında, Özel Yetkili Savcı Zekeriya Öz'ün sorgu sırasında kendisine “Atatürk'ü Samsun'a Vahdettin göndermedi mi?” diye bir soru yönelttiğini yazmış. Muhafazakâr kesimde buna inananların sayısı oldukça fazladır. Bu, tarihi gerçeklere aykırı kanaati savunanlar Falih Rıfkı Atay'ın “Çankaya” isimli kitabında verilen, Atatürk'ün Samsun'a hareketinden önce sarayı ziyaretinde, Padişah Vahdettin'in Atatürk'e söylediği şu sözleri kanıt olarak gösterirler: “Paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Fakat asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, Paşa devleti kurtarabilirsin!”
Falih Rıfkı Atay'ın “Çankaya” isimli eserinin 174. sayfasında bu sözler var fakat bunun devamında Atatürk'ün şu yorumu da var:“Memleketi kurtarmak lâzımdır, istersem bunu yapabilirmişim! Nasıl? Hemen hüküm verdim: 'Vahdettin demek istiyordu ki, 'Hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek mesnedimiz İstanbul'a hâkim olanların siyasetine uymaktır.' Eğer onları memnun edebilirsem, memleketi ve halkı bu siyasetin doğru olduğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri uslandırabilirsem Vahdettin'in arzularını yerine getirmiş olacaktım” (Çankaya, s. 174)!
Yazar Altan Tan'ın naklettiğine göre, Kürtçülük hareketinin önde gelen isimlerinden Ekrem Cemilpaşa hatıralarında bu konuda şunları söylemektedir: “Diyarbekir'de faaliyetlerimize sıcaklık verdiğimiz 1918-1919 senesinin ilkbaharında, hiç akla gelmeyen bir rakip karşımıza çıktı. Bu kişi Mustafa Kemal'di. Mustafa Kemal, Sultan Vahdettin'i kafese koymuş, askerî müfettişlik namıyla bir vazife koparmış ve gizlice Erzurum'a varmıştı” (Altan Tan, “Kürt Sorunu” s. 181).
'Bağımsız Kürdistan' davasına inananlardan Ekrem Cemilpaşa bile Mustafa Kemal Paşa'nın Ordu Müfettişliği görevini, Padişah Vahdettin'i kafese koyarak, yani kandırarak elde ettiğini söylüyor fakat 'bizimkiler' bir yanlış görüşte ısrarı her nedense hâlâ daha inatla sürdürüyor!
Şu gerçek artık anlaşılmalıdır: Padişah Vahdettin de, diğer birçok Türk aydını gibi, işgal kuvvetlerine karşı silaha başvurulduğu taktirde her şeyimizi kaybedeceğimize inandığından, düşmanla uzlaşılarak bir şeylerin kurtarılabileceğini zannetmekteydi. Atatürk ise bunun Türk Milleti'nin intiharı anlamına geleceğini görmekte ve tek kurtuluş yolunun Silahlı Mücadele olduğuna inanmaktaydı.
Evet, Türk aydınlarının büyük bir bölümü ya Amerikan ya da İngiliz mandasını bir kurtuluş yolu olarak görmekteydiler. Hattâ, işgal kuvvetlerinin Türk milletine nefes aldırmayacağını anlayan Türkçü Süleyman Nazif, Kürdistan Teali Cemiyeti'nin kurulduğu günlerde, şair Yahya Kemal'e bu derneğe üye olmayı teklif eder. Yahya Kemal'in Cahit Tanyol'a anlattığına göre, Süleyman Nazif bunu şöyle savunur: “'Azizim, bütün dünya Türk'ten ve Türk adından nefret ediyor. Türk Milletine nefes aldırmayacaklar. Belki Kürt adıyla ortaya çıkar da memleketi kurtarabiliriz diye düşünüyorum. Bu konu üzerinde uzun uzun düşündük; sonra kendisi de vazgeçti” (Altan Tan, age. s. 159).
Türk aydınlarının içinde bulunduğu umutsuzluğu anlamak bakımından oldukça anlamlı bir örnek değil mi?
İstiklâl Harbi'nden yıllar sonra bir sohbet sırasında, Falih Rıfkı Atay'ın “Yalnız siz hoşgörülü davranıyorsunuz. Hattâ size karşı İstanbul'da cephe alanları bile affetmiştiniz” sözlerine karşı Atatürk, İstiklâl Harbi'ni desteklemeyenleri kastederek, şunları söyler: “İnanmayanlar da inananlar kadar haklı idiler. Ben, Erzurum'dan İzmir'e sağ elimde tabanca. Sol elimde sehpa öyle geldim.”
Attilâ İlhan da “Atatürk'ün kimseye kin tutmadığını, sağlığında yüz ellilikleri affetmek girişimlerinde bulunduğunu fakat Hükümetten bir karşılık göremediğini; ancak 1938 yaz aylarındaki üçüncü teşebbüsüyle af yolunun açıldığını “ söyler (Cumhuriyet, Eylül 1996).
Soner Yalçın'ın 14. 06. 2009 tarihli Hürriyet gazetesinde naklettiği, 7. 03. 1924 tarihli Akşam gazetesinde yer alan şu haber de o dönemin haleti ruhiyesini yansıtması bakımımdan önemlidir: “Dün Meclis'teki en mühim hâdise Gazi Paşa'nın Parti Grubu'ndaki teklifiydi. İsmet Paşa, Gruba, Osmanlı hanedanına mensup kadınların memleketten çıkarılmamasının Meclis ve Cumhuriyet için bir şefkat eseri olacağı hakkındaki teklifini bildirdi. O anda grup odasının içinde kasırgalar koptu. Mebuslar masaların üzerine çıkarak 'olamaz' diye bağrışıyorlar, bu teklife isyan ediyorlardı. Bu durum karşısında Gazi teklifini geri almıştır!” Bu haberden de, Atatürk'ün Saltanat üyelerine karşı bile bir kini olmadığı, Saltanat mensuplarının tümüyle sürgüne gönderilmelerinin Meclis kararıyla gerçekleştiği anlaşılmaktadır.
19 Mayıs'ın ve İstiklâl Harbi'nin anlamını her Türk vatandaşının çok iyi kavraması zorunludur. Bu coğrafyada varlığımızı sürdürebilmemiz buna bağlıdır. Siyaset alanında süren kavgacı üslup ülke gerçeklerine ve millî tarihimize sağduyu ile bakılmasının önündeki en büyük engeldir. Bu üslup, siyasetin bu düşük düzeyi milleti de etkilemekte, ülke menfaatleri siyasetin kin, kötü niyet, kıskançlık ve kişisel menfaat girdabında kaybolup gitmektedir. İstiklâl Harbimiz, emperyalist devletlerin zulmü altında inleyen dünyanın bütün mazlum milletlerinin uyanmasında ve kendilerine güven duygularının gelişmesinde en büyük âmil olmuştur. 19 Mayıs bu zaferin ilk adımının atıldığı bir kutlu gündür; Türk tarihine bu böyle kaydedilmiştir. Hiç kimse l9 Mayıs'ın bu yüce anlamını yok etmeye muktedir değildir.
Arslan Bulut Yeniçağ gazetesinde, emekli general Suat İlhan'ın önemli bir tespitine yer vermiş. Atatürk Devrimi'nden önce l920'de Batı emperyalizminin elindeki topraklar 25.5 milyon mil kare idi. 1993'de bu rakam 12.7 milyon mil kareye düştü. İslâm Dünyası l920'de l.8 mil kare üzerinde hâkimdi. Bugün 11 milyon mil kareye hâkim! İslâm dünyasını ayağa kaldıran güç Mustafa Kemal Paşa'nın bağımsızlık modelidir.”
Hindistan'ın kurucusu Mahatma Gandi de şu sözleri ile bunu doğrulamaktadır: “Biz Türkiye Cumhuriyeti'ni dünyanın en güçlü devletlerini dize getiren bir büyük devlet olarak tanıdık. Türk Milleti'nin emperyalistlere karşı verdiği mücadeleden ilham da aldık. Fakat Atatürk öldükten sonra Türkiye küçük bir Balkan devleti derekesine düştü.”
Eski Anayasa Mahkemesi raportörü Osman Can Yüksek Yargı hakkında yaptığı bir değerlendirmede “İşler artık tersine döndü. Artık bir tane Kemalist yüksek yargıya gelemez” diye buyurmuş. Anlaşılan o ki, sayın Can, her 'Atatürkçüyüm' diyeni gerçekten Atatürkçü zannediyor. Bu konuda müthiş bir yanılgı var; ne yazık ki, 'Dindarım' diyenlerin çoğunun İslâmiyet'in özünden habersiz olmaları gibi 'Atatürkçüyüm' diyenlerin de çok büyük bir çoğunluğu Atatürk'ün mücadelesinin anlamını kavramaktan uzaktır. Bugün Haçlı emperyalizminin pençesinde kıvranmamızın temel sebebi de işte budur.
Makaleyi Paylaş Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Yeşilgiresun Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Yeşilgiresun Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Yeşilgiresun Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Yeşilgiresun Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.